18
KEHF SURESİ
GİRİŞ
Adı: Bu sure adını, içinde "el-Kehf" ismi geçen 9.
ayetten alır.
Nüzul Zamanı: Bu sure, Mekke döneminin üçüncü aşamasında
indirilen ilk surelerden biridir. Hz. Peygamber'in (s.a) Mekke'de yaşadığı
dönemi, En'am Suresi'nin giriş bölümünde dört aşamaya ayırmıştık. Bu ayrıma
göre üçüncü aşama peygamberliğin beşinci yılından onuncu yılına kadar
sürmüştür. Bu aşamayı ikinci ve dördüncü merhalelerden ayıran nokta şudur:
İkinci aşama boyunca Kureyşliler, İslâmı hareketi bastırmak için Peygamber
(s.a) ve müminlerle alay ettiler, onları tehdit ettiler, onlara karşı
itirazlarda bulundular. İftiralar attılar. Fakat üçüncü aşamada aynı amaçla
işkence araçları, ekonomik baskı ve kaba kuvvet kullanmaya başladılar. Öyle
ki müslümanların büyük bir kısmı Habeşistan'a hicret etmek zorunda kaldı,
geride kalanlar ise, Peygamber (s.a) ve ailesi ile birlikte Şi'bi Ebi
Talib'de (Ebu Talib Mahallesinde) muhasara altına alındı. Bunun ötesinde
onlara tam anlamıyla sosyal ve ekonomik bir boykot uygulandı. Tek teselli
verici nokta Ebu Talib ve Hz. Hatice (r.a) gibi önemli şahıslar nedeniyle
Kureyş'in büyük ailelerinin onlara yardım etmesiydi. Fakat Peygamberliğin
gelişinin onuncu yılında bu iki önemli şahıs öldüğünde, Peygamber (s.a) ve
tüm sahabenin Mekke'den hicret etmesine neden olan çok ağır işkenceler
dönemi olan dördüncü merhale başladı.
Bu surede ele alınan konulardan, surenin üçüncü
merhalesinin başlangıcında yani işkencelere rağmen henüz Habeşistan'a
hicretin gerçekleşmediği dönemde indirildiği anlaşılmaktadır. İşte bu
nedenle, işkence gören müminleri teselli etmek onları cesaretlendirmek ve
onlara mümin insanların geçmişte imanlarını nasıl koruduklarını göstermek
amacıyla bu surede Ashab-ı Kehf (Mağarada uyuyanların) hikayesi
anlatılmıştır.
Anafikir ve Konular: Bu sure Ehli Kitapla birlik olup Hz.
Peygamber'i (s.a) imtihan etmek için üç soru soran Mekke'li müşriklerin
sorularına bir cevap olarak gönderilmiştir. Bu sorular şunlardı: 1)
"Mağarada uyuyanlar" kimlerdir? 2) Hızır'ın gerçek
hikayesi nedir? 3) Zü'l Karneyn hakkında ne biliyorsun? Bu üç soru,
Hıristiyanların ve Yahudilerin tarihiyle ilgili olduğu ve Hicaz'da
bilinmediği için Hz. Peygamber'in (s.a) gayb bilgisine sahip olup olmadığını
imtihan etmek üzere sorulmuştur. Allah, bu üç soruya sadece cevap vermekle
kalmamış, aynı zamanda hikayeleri o dönemde Mekke'de İslâm'la küfür arasında
süren çatışmada kafirlerin aleyhine bir tarzda ele almıştır.
1) Soru soranlara "Mağarada uyuyanların da Kur'an'ın
tebliğ ettiği aynı Tevhid'e inandıkları ve onların durumunun da aynı işkence
çeken Mekkeli müminlere benzediği söylenmektedir. Diğer taraftan "Mağarada
uyuyanlar"a işkence yapanlar onlara, aynen Kureyş müşriklerinin müslümanlara
davrandığı gibi davranıyorlardı. Bunun yanı sıra müslümanlara, bir mümine
zalim bir topluluk tarafından işkence edildiğinde, bâtıla boyun eğmemesi ve
gerekirse Allah'a güvenerek oradan hicret etmesi gerektiği öğretilmektedir.
Aynı zamanda Mekkeli müşriklere "Mağarada uyuyanlar"ın kıssasının ahiret
inancının açık bir delili olduğu söylenmektedir. Çünkü bu, Mağarada
uyuyanlar da olduğu gibi, Allah'ın uzun süre ölüm uykusunda kaldıktan sonra
bile dilerse bir kimseyi diriltme kudretine sahip olduğunu göstermektedir.
2) Mağarada uyuyanlar kıssası, yeni oluşmuş küçük İslâm
toplumuna işkence eden Mekke'nin ileri gelenlerini de uyarmaktadır. Aynı
zamanda Hz. Peygamber'e (s.a) işkence edenlerle hiç bir uzlaşmaya girmemesi
ve onları kendisine uyan fakir ve zayıflardan daha önemli görmemesi
söylenmektedir. Diğer taraftan Mekke'nin ileri gelenlerine şu anda
yaşadıkları dünyanın geçici zevklerine aldanmamaları ve ebedi nimetleri
kazanmaya çalışmaları tavsiye edilmektedir.
3) Hızır ile Hz. Musa'nın hikayesi kafirlerin sorularını
cevaplamak ve müminleri de teskin etmek için bu şekilde ele alınmıştır. Bu
kıssadan alınacak ders şudur: "Allah'ın mülkünde Allah'ın dileğine uygun
olarak meydana gelen şeylerin hikmetine tamamen iman etmelisiniz. Gerçeklik
sizden gizli olduğu için siz meydana gelen şeylerin hikmetini
anlayamazsınız. Bazen de bu olaylarda size göre bir terslik varmış gibi
görünür ve "bu neden oldu, nasıl oldu?" diye sorular sorarsınız. Gerçek şu
ki, görünmeyenin (gayb) perdesi kaldırılsa, o zaman meydana gelenin,
yaşananın en iyi olduğunu siz de anlayacaksınız. Bazen bir şeyin sizin için
kötü olduğu izlenimine kapılsanız bile, sonunda onun sizin için bazı iyi
sonuçlara yol açtığını görürsünüz."
4) Aynı şeyler Zü'l-Karneyn kıssası için de geçerlidir.
Çünkü bu kıssa da soruları yöneltenleri uyarmaktadır. "Ey gururlu ve kendini
beğenmiş Mekke uluları! Zu'l-Karneyn'den ders almalısınız. Zü'l-Karneyn,
büyük bir kral, büyük bir fatih ve büyük kaynaklara ve yeteneklere sahip bir
insan olmasına rağmen, yine de yaratıcısına teslim oldu. Oysa siz onunla
karşılaştırıldığında küçük ve önemsiz birer lider olmanıza rağmen Allah'a
isyan ediyorsunuz. Bunun yanısıra Zü'l-Karneyn korunma için en güçlü
duvarlardan birini inşa etmiş olmasına rağmen yine de gerçek güvencesi
Allah'tı. "duvar" değil. O duvarın ancak Allah dilediği sürece kendisini
düşmanlarından koruyabileceğine ve Allah dilerse onda çatlakların,
deliklerin oluşacağına inanıyordu. Oysa siz onunla karşılaştırıldığında
önemsiz ve küçük bazı bina ve evlere sahip olduğunuz halde, tüm felaketlere
karşı kendinizi emin ve korunmuş sanıyorsunuz."
Kur'an bu sûrede Peygamber'i (s.a) safdışı bırakmaya
çalışanların oyunlarını yine kendine çevirmektedir. Fakat surenin sonunda
başlangıçta belirtilen ilkeler yine tekrarlanmaktadır: "Tevhid ve Ahiret
haktır, gerçektir ve sizin iyiliğiniz içindir. Bunları kabul etmeli, buna
göre gidişatınızı düzeltmeli ve bu dünyada, ahirette Allah'a hesap
vereceğinizin farkında olarak yaşamalısınız. Aksi takdirde hayatınızı
mahvedersiniz, yaptığınız şeylerin değeri de bir hiç olur."
Rahman Rahim olan Allah'ın adıyla
1 Hamd, Kitabı kulu üzerine indiren ve onda hiç bir
çarpıklık kılmayan Allah'a aittir.1
2 Dosdoğru (bir Kitaptır) ki, kendi katından şiddetli bir
azabla uyarıp-korkutmak ve salih amellerde bulunan mü'minlere müjde vermek
için (onu indirdi); şüphesiz onlara güzel bir ecir vardır.
3 Onlar orda ebedi olarak kalıcıdırlar.
4 (Bu Kur'an) "Allah çocuk edindi" diyenleri uyarıp
korkutmaktadır.2
5 Bu konuda ne kendilerinin, ne de atalarının hiç bir
bilgisi yoktur. Ağızlarından çıkan söz ne (kadar da) büyük. Onlar yalandan
başkasını söylemiyorlar.3
6 Şimdi onlar bu söze (Kur'an'a) inanmayacak olurlarsa
sen, onların peşi sıra esef ederek kendini kahredeceksin (öyle mi)?4
7 Şüphesiz biz, yeryüzü üzerindeki şeyleri ona bir süs
kıldık; onların hangisinin daha güzel davranışta bulunduğunu deneyelim diye.
AÇIKLAMA
1. Yani, "Onda ne bir kimsenin anlayamayacağı kadar
karışık ve karmaşık şeyler vardır, ne de hakkı seven bir kimseyi kararsız
bırakarak doğru yoldan saptıran bir nokta vardır.
2. Böyle diyen kimseleri, Hıristiyanları, Yahudileri ve
Allah'a çocuk isnad eden Arap müşriklerini kapsar.
3. "Büyük Söz": "Şu Allah'ın oğludur veya şunu Allah,
oğul edinmiştir." Bu söz büyük bir söz olarak nitelenmiştir, çünkü Allah'ın
bir oğlu olduğu veya birisini oğul edindiği bir bilgiye dayanmamaktadır.
Onlar sadece bir şahsa karşı duydukları bir sevgide aşırı gitmişler ve böyle
bir bağ icad etmişlerdir. Onlar alemlerin rabbi olan Allah'a iftira
ettiklerinin, O'na karşı büyük bir yalan uydurduklarının farkında da
değildirler.
4. Burada, bu surenin nazil olduğu sırada Peygamber'in
(s.a) üzüntüsünün gerçek sebebine değinilmektedir. Bu Peygamber'in (s.a),
kendisinin ve arkadaşlarının gördüğü işkenceye değil, kavminin sapıklık ve
ahlâkî bozukluğuna üzüldüğünü göstermektedir. Onu en çok üzen konu ne kadar
yola getirmeye çalışırsa çalışsın,kavminin sapıklıkta inat etmesiydi. O çok
üzülüyordu, çünkü kavminin sapıklığının en sonunda helâk olmalarına ve
Allah'ın azabının üzerlerine hak olmasına neden olacağından korkuyordu. Bu
nedenle gece gündüz onları kurtarmaya çalışıyordu, fakat onlar sanki
Allah'ın azabının gelmesini istercesine inat ediyorlardı. Peygamber (s.a) bu
durumu konuyla ilgili hadisinde şöyle açıklamaktadır: "Benim ve sizin
benzeriniz, ateş yakan ve ateşine pervane ve çekirgeler düşmeye başlayınca
onları ateşten kurtarmaya çalışan kimse gibidir. Ben sizi ateşe düşmekten
korumak için eteklerinizden tutuyorum. Oysa siz benim elimden kurtulmaya
çalışıyorsunuz." (Buhari-Müslim) mukayese için bkz. Şuara: 3
Gerçi "... Üzüntü duyarak adeta kendini tüketeceksin."
denmektedir, ama bu sözde Peygamber'i (s.a) teselli eden bir ifade de
vardır.: "Sen onları inanmaya zorlamakla görevli olmadığına göre neden
kendini tüketiyorsun? Senin tek görevin müjdelemek ve korkutmaktır,
insanları mümin yapmak değil. Bu nedenle müminleri müjdelemeye ve kafirleri
kötü sonla uyarmaya devam etmelisin."
8 Biz gerçekten (yeryüzü) üzerinde olanları kupkuru-çorak
bir toprak yapabiliriz.5
9 Sen, yoksa Kehf6 ve Rakim7 Ehlini bizim şaşılacak
ayetlerimizden mi sandın?8
10 O gençler, mağaraya sığındıkları zaman, demişlerdi ki:
"Rabbimiz, katından bize bir rahmet ver ve işimizden bize doğruyu
kolaylaştır (bizi başarılı kıl).
11 Böylelikle mağarada yıllar yılı onların kulaklarına
(ağır bir uyku) vurduk.
12 Sonra iki gruptan hangisinin kaldıkları süreyi daha
iyi hesap ettiğini belirtmek için onları uyandırdık.
13 Biz sana onların haberlerini bir gerçek (olay) olarak
aktarmaktayız.9 Gerçekten onlar. Rablerine iman etmiş gençlerdi ve biz de
onların hidayetlerini arttırmıştık.10
14 Onların kalpleri üzerinde (sabrı ve kararlılığı)
rabtetmiştik; (Krala karşı) Kıyam ettiklerinde demişlerdi ki: "Bizim
Rabbimiz, göklerin ve yerin Rabbi'dir; ilah olarak biz O'ndan başkasına
kesinlikle tapmayız, (eğer tersini) söyleyecek olursak, andolsun, gerçeğin
dışına çıkarız."
15 "Şunlar, bizim kavmimizdir; O'ndan başkasını ilahlar
edindiler, onlara apaçık bir delil getirmeleri gerekmez miydi? Öyleyse
Allah'a karşı yalan düzüp-uydurandan daha zalim kimdir?
AÇIKLAMA
5. 6. ayet Peygamber'e (s.a) hitap ediyordu, fakat 7-8.
ayetler dolaylı olarak kafirlere hitap etmektedir: "Bu dünyada gördüğünüz ve
sizi aldatan her şeyin sadece sizi denemek için düzenlendiğini açıkça
anlamalısınız. Fakat ne yazık ki siz tüm bunların sadece eğlence ve oyun
için yaratıldığını sanıyorsunuz. İşte bu nedenle siz hayatın tek amacı
olarak: "Ye, iç ve eğlen" ilkesini kabul ediyorsunuz. Bunun sonucu olarak
sizin gerçekten iyiliğinizi isteyen kimseye aldırmıyorsunuz. Tüm bunların
sadece sizin zevk ve eğlenceniz için değil, sizi denemek için yaratıldığını
anlamalısınız. Siz bu nimetlerin arasına, hanginizin hayatın gerçek amacını
anlayacağını ve gönderiliş amacınız olan Allah'a ibadette hanginizin
sabredeceğini denemek amacıyla gönderildiniz. Tüm bu eğlence araçları o gün
sona erecek imtihan süreniz bitecek ve yeryüzü bomboş bir hale gelecektir."
6. "Kehf" sözlükte büyük ve geniş mağara anlamına gelir.
7. " " kelimesinin anlamı konusunda değişik görüşler
vardır. Bazı sahabeler ve tabiin, Rakim'in bu olayın meydana geldiği yerin
ismi olduğu ve bu yerin Ayle (Akabe) ve Filistin arasında olduğu
görüşündedirler. Bazı müfessirler de Rakim'in mağarada uyuyanlar anısına
yapılan yazıt (kitabe) olduğu görüşündedirler. Mevlana Ebu'l-Kelam Âzâd,
Tercüman'ül Kur'an adlı tefsirinde birinci görüşü kabul eder ve Rakim'in
Kitab-ı Mukaddes'te Rekem denilen (Yeşu, 18: 27) yer olduğunu söyler. Daha
sonra bunun tarihi Petra şehri olduğunu belirtir. Fakat Ebu'l Kelam, Kitab-ı
Mukaddes'de anıldığı şekliyle Rakim'in Benjaminoğulları'na ait olduğunun ve
Yeşu'ya göre bu kavmin Ürdün nehrinin batısı ile ölü deniz arasında
yerleştiğini ve Petra'nın Ürdün'ün güneyinde olduğunu gözönünde
bulundurmaktadır. İşte bu nedenle modern arkeologlar Petra ile Rakim'in aynı
yer olmadığı görüşündedirler. (Bkz. Encylopaedia Britannica, 1946, cilt XVII,
s. 658) Biz de Rakim ile "kitabe"nin kastedildiği görüşündeyiz.
8. Bu soru, kafirlerin "mağarada uyuyanlar" hakkındaki
şüpheli tutumlarını ortaya koymak amacıyla sorulmuştur. "Siz gökleri ve yeri
yaratan Allah'ın bir kaç kişiyi bir kaç yüzyıl boyunca uyku halinde
bırakmaya ve onları uykudan uyandırır gibi diriltmeye gücü yetmez mi
sanıyorsunuz? Eğer güneşin, ayın ve dünyanın yaratılışını düşünmüş
olsaydınız, böyle bir şeyin Allah için zor olduğunu düşünmezdiniz bile."
9. Bu hikayeyle ilgili en eski kaynak Suriyeli bir
Hıristiyan rahip olan Saruc'lu James'e aittir. James "Mağarada uyuyanların"
ölümünden bir kaç yıl sonra M.S. 452 de doğmuştur. Bu olayı geniş
ayrıntılarıyla açıklayan hitabe, James tarafından M.S. 474'de veya o
sıralarda kaleme alınmıştır. Bu Suryani kaynağı ilk müslüman müfessirlerin
eline geçmiş ve İbn Cerir et-Taberi tefsirinde birçok raviden bu kaynağı
nakletmiştir. Diğer taraftan aynı kaynak Avrupa'ya ulaşmış ve Yunanca,
Latince tercümeleri yayınlanmıştır. Gibbon'un The Declihe and the Fall of
Roman Empire (Roma İmparatorluğunun Çöküşü) adlı kitabının 33. bölümünde
"Yedi Uyuyanlar" başlığı altında söyledikleri, bizim müfessirlerimizin
anlattığı hikayeye o denli benzemektedir ki ikisinin de aynı kaynaktan
alındığında şüphe yoktur. Mesela, Yedi Hıristiyan genci, işkence yaparak
mağaraya sığınmaya zorlayan kralın ismi, Gibbon'a göre, İmparator Decius'tur.
Decius Roma İmparatorluğunu M.S. 249-251 yılları arasında yönetmiştir ve
onun dönemi Hz. İsa'yı (a.s) takip edenlere yapılan işkencelerle meşhurdur.
Müslüman müfessirlerin kitaplarında ise bu imparatorun adı "Decanus" "Decaus"
olarak geçmektedir. Bizim müfessirlerimize göre bu olayın geçtiği yerin ismi
"Aphesus" veya "Aphesos"tur. Diğer taraftan Gibbon'a göre bu yerin ismi
Ephesos (Efes)'tir. Yani Anadolu'nun batı sahilindeki Roma'nın en büyük
limanı ve şehridir. Bu şehrin harabelerini bugün de Türkiye'nin İzmir
kentinin 20-25 mil ötesinde görmek mümkündür. (Bkz. Harita: 1). "Mağarada
uyuyanların" uyandıkları dönemin imparatorunun adı müslüman müfessirlere
göre "Tezusius"tur, Gibbon'a göre ise II. Theodosius'tur. Bu İmparator, Roma
İmparatorluğu Hıristiyanlığı kabul ettikten sonra M.S. 408-450 yıllarında
tahtta bulunuyordu.
İki hikaye arasında o denli benzerlik vardır ki, Mağarada
uyuyanların uyandıktan sonra yiyecek almak için şehre gönderdikleri adamın
adı müslüman müfessirlere göre "Jamblicha", Gibbon'a göre ise Jamblichus'tur.
İki hikayenin ayrıntıları da hemen hemen aynıdır.
İmparator Decius zamanında Hz. İsa'ya uyanların
acımasızca işkenceye uğradığı sırada, yedi Hıristiyan genç bir mağaraya
sığındılar ve uykuya daldılar. Daha sonra İmparator I. Theodosius'un tahta
geçişinin 38. yılında (yaklaşık olarak M.S. 445-446 yıllarında) yani bütün
Roma İmparatorluğunun müslüman olduğu bir dönemde uyandılar. O halde
mağarada yaklaşık 196 yıl kaldılar.
Bazı oryantalistler, yukarıda anlatılan hikaye ile Kur'an
da anlatılan kıssanın aynı olmadığı görüşündedirler. Çünkü onlar Kur'an'da
(25. ayet) anlatılan olayın 309 yıl olduğu, oysa bu hikayede olayın 196 yıl
olduğu fikrini savunurlar. Bu itiraza 25. açıklama notunda cevap verdik.
Kur'an ile bu Suryani kaynağı arasında birkaç küçük fark
vardır. İşte bu nedenle Gibbon, Hz. Muhammed'i (s.a) "cahillikle"
suçlamaktadır. Fakat onun kendisine dayanarak bu iftirayı attığı Suryani
kaynağı ona göre bile olay bittikten 30-40 yıl sonra bir Suriyeli tarafından
ele alınmıştır. Gibbon, bu olayın bir ülkeden diğer bir ülkeye ağızdan ağıza
yayılırken nasıl değiştiğini gözönünde bulundurmamaktadır. Bu nedenle bu
kaynağı kesin doğru kabul edip aralarında var olan değişiklik nedeniyle
Kur'an'ı itham etmek yanlıştır. Böyle bir tutum ancak dini düşünceler
hakkında çok önyargılı olan ve mantığın gereklerini bile görmezlikten gelen
kafirlerin tutumu olabilir.
"Mağarada Uyuyanlar" olayının geçtiği Ephesus (Efes)
şehri, yaklaşık olarak M.Ö. II. yüzyılda kurulmuş ve putperestliğin en büyük
merkezi olmuştur. Bu şehrin en büyük putu, Ay tanrıçası Diana idi ve onun
bulunduğu tapınak eski dünyanın harikalarından biri olarak kabul ediliyordu.
Bu puta tapanların büyük bir bölümünü Anadolulular oluşturmaktaydı.... Roma
İmparatorluğu da onu tanrıçalarından biri olarak kabul ediyordu.
Hz. İsa (a.s) dan sonra onun mesajı Roma imparatorluğunun
çeşitli bölgelerine ulaşmaya başladığında, Efesli birkaç genç
putperestlikten vazgeçtiler ve Allah'ı Rableri olarak kabul ettiler.
Tours'lu Gregory, "Meraculorum Liber" adlı kitabında bu Hıristiyan gençler
hakkında ayrıntılı bilgiler toplamıştır.
"Onlar yedi gençti. İmparator Decius onların inançlarını
değiştirdiklerini öğrenince onlara yeni dinleriyle ilgili sorular sordu.
Onlar, İmparatorun İsa'nın dinine tamamen karşı olduğunu bildikleri halde,
inandıkları Rabbin yerlerin ve göklerin Rabbi olduğunu ve ondan başka hiç
bir ilah tanımadıklarını, aksi takdirde büyük bir günah işlemiş olacaklarını
açıkladılar. İmparator buna çok kızdı ve onları öldüreceğini söyledi. Fakat
daha sonra onların gençliğini göz önünde bulundurarak, dinlerini
değiştirmeleri için üç gün süre verdi. Bu üç gün sonunda inançlarından
dönmezlerse öldürüleceklerdi.
Bu yedi genç fırsattan faydalandılar ve şehirden
ayrılarak dağda bir mağaraya sığınmak üzere yola çıktılar. Yol üzerinde bir
köpek peşlerine takıldı. Onu geri çevirmeye çalıştılar, fakat köpeği
peşlerinden ayıramadılar. Sonunda gizlenebilecek bir mağara buldular ve
içine gizlendiler. Köpek de mağaranın girişine oturdu. Yorgunluktan derin
bir uykuya daldılar. Bu olay M.S. 250 yıllarında meydana geldi. Yaklaşık 197
yıl sonra M.S. 447'de, İmparator II. Theodosius zamanında, tüm Roma
İmparatorluğunun Hıristiyan olduğu ve Efeslilerin de putperestlikten
vazgeçtiği bir dönemde uyandılar.
Bu dönemde Romalılar arasında, öldükten sonra dirilme ve
mahşer günü ile ilgili yoğun bir tartışma gündemdeydi. İmparatorun kendisi
de insanların kafasından bu inançsızlığı silmek için bir fırsat gözlüyordu.
O denli ki bir gün insanların inançlarını ve düşüncelerini düzeltecek bir
ayet, bir mucize sunması için Allah'a yalvarıp dua etti. İşte tam o günlerde
"yedi uyuyanlar" mağaralarından uyandılar.
Uyandıktan sonra gençler birbirlerine ne kadar
uyuduklarını sormaya başladılar. Bazıları bir gün, bazıları da günün bir
bölümü kadar uyuduklarını söylediler. Bir sonuca varamayınca tartışmayı
bıraktılar ve gerçek sürenin ne olduğunu Allah'a bıraktılar. Daha sonra
arkadaşlarından Jean'ı gümüş paralarla yiyecek almak üzere şehre gönderdiler
ve ona tanınmamaya dikkat etmesini zira Efeslilerin onu Diana'nın önünde
secde etmeye zorlayacaklarını tenbih ettiler. Fakat Jean şehre indiğinde tüm
dünyanın değişmiş olduğunu görerek şaşırdı: "Bütün topluluk Hıristiyanlığa
girmiş ve şehirde Diana'ya tapan hiç kimse kalmamıştı. Jean bir dükkana
girdi ve birkaç somun ekmek almak istedi. Fakat para olarak verdiği
gümüşlerin üstünde İmparator Decius'un resmini gören dükkan sahibi gözlerine
inanamadı ve yabancıya bu parayı nereden bulduğunu sordu. Genç adam paranın
kendisinin olduğunu söyleyince aralarında bir tartışma başladı. Daha sonra
etraflarına büyük bir kalabalık toplandı ve mesele şehrin yöneticisine kadar
ulaştı. Yönetici de şaşırmıştı ve parayı aldığı hazinenin nerede olduğunu
soruyordu. Fakat genç paranın kendisine ait olduğu konusunda ısrar etti.
Yönetici ona inanmadı, çünkü yaşlılardan hiç birinin
tanımadığı yüzyıllar öncesine ait bir paraya gençler sahip olamazdı. jean,
imparator Decius'un öldüğünü öğrenince buna hem şaşırdı, hem de sevindi.
Kalabalığa önceki gün Decius'un zulmünden kurtulmak için birkaç arkadaşı ile
birlikte mağaraya sığındıklarını söyledi. Yönetici çok şaşırmıştı ve
arkadaşlarının gizlenmekte oldukları mağarayı görmek isteyerek gencin
peşinden gitti. Onların arkasından büyük bir kalabalık da geliyordu.
Mağaraya geldiklerinde gençlerin gerçekten de İmparator Decius zamanına ait
olduklarını farkettiler. En sonunda İmparator Theodosius'a da haber verildi
ve o da mağarayı ziyaret etti. Daha sonra yedi genç mağaraya geri döndüler
ve orada son nefeslerini verdiler. Bu apaçık mucizeyi görünce insanların
öldükten sonra dirilmeye inançları tekrar güçlendi ve İmpartor mağaranın
etrafına büyük bir anıt inşa edilmesi için emir verdi."
Yukarıda anlatıldığı şekliyle mağarada uyuyanların
hikayesi Kur'an da anlatılan kıssaya o denli benzemektedir ki, bu yedi
gencin Ashab-ı Kehf (Mağarada Uyuyanlar) olduğu kolayca kabul edilebilir.
Bununla birlikte bazıları bu hikayenin bir Anadolu şehrinde geçtiği, oysa
Kur'an'ın Arabistan dışında gelişen bir olaya değinmediği şeklinde bir
itiraz yöneltirler. Bu nedenle, onlara göre, bu Hıristiyan hikayesini Ashab-ı
Kehf kıssası olarak kabul etmek Kur'an'ın üslup ve ruhuna aykırıdır. Bize
göre bu itiraz yanlıştır. Kur'an, Arapları uyarmak amacıyla Arabistan içinde
veya dışında yaşayan Arapların tanıdığı doğru yoldan sapan birçok eski
toplulukla ilgili hikayeler anlatır. İşte bu nedenle Kur'an'da Mısır'ın eski
tarihine değinilmiştir, oysa Mısır hiç bir zaman Arabistan'ın bir parçası
olmamıştır. Sorun şudur: Kur'an'da Mısır tarihine değinilebilirken, neden
Arapların Mısır tarihi kadar tanıdık olan Roma ve Roma tarihine
değinilmesin? Roma sınırları Kuzey Hicaz'a kadar uzanmıştı ve Arap
kervanları hemen hemen bütün yıl boyunca Romalılarla ticaret yapıyordu.
Bundan başka doğrudan Roma yönetimi altında olan Arap kabileleri de vardı.
Roma İmparatorluğu Araplar için yabancı değildi. Ve bu gerçek, Rûm Suresiyle
açığa çıkmıştır. Şöyle bir fikir de akla gelebilir: Mağarada uyuyanlar
kıssası, Hz. Muhammed'in (s.a) peygamberliğini sınamak için Yahudi ve
Hıristiyanların kışkırtması ve Arapların hiç bilmediği konularda sorular
sormalarını tavsiye etmeleri üzerine Mekke'li müşriklerin Peygamber'e (s.a)
yönelttikleri soruya bir cevap olarak da anlatılmış olabilir.
10. Yani onlar samimiyetle inandıklarında Allah da
onların doğru yola olan imanlarını artırdı ve onlara, bâtıla boyun eğmek
yerine hayatları pahasına hak yolunda sabır ve sebat etme gücü verdi.
16 (İçlerinden biri demişti ki:) "Madem ki siz onlardan
ve Allah'tan başka taptıklarından kopup-ayrıldınız, o halde, (dağlara
çekilip) mağaraya sığının11 da Rabbiniz size rahmetinden (bolca bir
miktarını) yaysın ve işinizden size bir yarar kolaylaştırsın."
17 (Onlara baktığında)12 Görürsün ki, güneş doğduğunda
onların mağaralarına sağ yandan yönelir, battığında onları sol yandan
keser-geçerdi ve onlar da onun (mağaranın) geniş boşluğundalardı.13 Bu,
Allah'ın ayetlerindendir. Allah, kime hidayet verirse, işte hidayet bulan
odur, kimi de saptırırsa onun için asla doğru-yolu gösterici bir veli
bulamazsın.
18 Sen onları uyanık sanırsın, oysa onlar (derin bir
uykuda) uyuşmuşlardır. Biz onları sağ yana ve sol yana çeviriyorduk.14
Onların köpekleri de iki kolunu uzatmış-yatmaktaydı. Onları görmüş olsaydın,
geri dönüp onlardan kaçardın, onlardan içini korku kaplardı.15
AÇIKLAMA
11. Bu Allah'a ibadet eden gençler, sığınmak için dağlara
kaçtığında Efes şehri, Anadolu'da putatapıcılığın ve kahinliğin merkezi idi.
orada bütün dünyada bilinen ve uzaktan yakından birçok tapıcısı olan Tanrıça
Diana'ya adanmış bir tapınak vardı. Efes'in kahinleri, cinleri, muskacıları
ve sihirbazları çok meşhur idi ve onların bu karanlık işleri Suriye'ye,
Filistin'e hatta Mısır'a dek uzanmıştı. Büyücülüğü Süleyman Peygamber'e
(a.s) isnad eden Yahudilerin de bu işte büyük payı vardı. (Ayrıntılar için
bakınız. Cyclopaedia of Biblical Literature, "Ephesus" başlığı) Bu doğru
insanların, putperestlik ve bâtıl inançlarla dolu bir çevrede nasıl kötü ve
zor bir durumda yaşadıkları 20. ayette geçen konuşmalarından anlaşılabilir:
"Onlar sizi ellerine geçirirlerse taşlayarak öldürürler, yahut kendi
dinlerine döndürürler."
12. Bu ortak fikir sonucunda, onların şehri terkettikleri
ve ölümden ya da dinden döndürülmekten korkarak mağaraya sığındıklarına
değinilmemiştir.
13. Bu, mağaranın ağzının kuzeye baktığını
göstermektedir. İşte bu nedenle güneş ışığı mağaraya girmiyordu ve mağaranın
yanından geçen biri içerde ne olduğunu göremiyordu.
14. Yani, "Eğer bir kimse bu yedi genci dışarıdan
seyretseydi ve onların aralıklı olarak bir taraftan bir tarafa döndüklerini
görseydi, onların uyumadıklarını bilakis kendi kendilerine dinlendiklerini
sanırdı."
15. Allah onları öyle korumuştu ki, hiç kimse mağaranın
içine giremedi. Çünkü mağaranın içi zifiri karanlıktı ve köpek mağaranın
girişinde gözcülük yapıyordu. Eğer bir kimse mağaranın içine baksa ve onları
görseydi, hırsız sanıp hemen dönüp kaçardı. İşte bu nedenle bu kadar uzun
bir süre onların sığınakları dış dünyaya gizli kaldı.
19 Böylece, aralarında bir sorgulama yapsınlar diye
onları dirilttik (uyandırdık).16 İçlerinden bir sözcü dedi ki: "Ne kadar
kaldınız?" Dediler ki: "Bir gün veya günün bir (kaç saatlik) kısmı kadar
kaldık." Dediler ki: "Ne kadar kaldığınızı Rabbiniz daha iyi bilir; şimdi
birinizi bu paranızla şehre gönderin de, hangi yiyecek temizse baksın, size
ondan bir rızık getirsin; ancak oldukça nazik davransın ve sakın sizi
kimseye sezdirmesin."
20 "Çünkü onlar üzerinize çıkıp gelirlerse, sizi taşa
tutarlar veya dinlerine geri çevirirler; bu durumda ebedi olarak kurtuluş
bulamazsınız."
AÇIKLAMA
16. Onlar, uyutuldukları ve dış dünyadan gizlendikleri
zaman kullanılan aynı mucizevi yolla uykularından uyandırıldılar.
21 Böylece onları (Şehir halkına) duyurduk17 ki, Allah'ın
vaadinin gerçek olduğunu ve kıyametin mutlaka geleceğini, onda asla şüphe
olmadığını bilsinler. 18 (Fakat onlar meseleyi böyle ele alacakları yerde)
kendi aralarında onların (Mağarada uyuyanlar) durumunu tartışıyorlardı.
Bazıları: "Onların üzerine bir bina yapın. Çünkü Rableri onları daha iyi
bilendir," dediler. 19 Fakat onların işine galip gelenler ise: 20 "Mutlaka
onların üstüne bir mescit yapacağız" dediler. 21
AÇIKLAMA
17. Mağaradakilerin uykularının sırrı, içlerinden biri
yiyecek almak üzere Efes'e inip İmparator Decius döneminin parasını
verdiğinde açığa çıkmıştır. Dünya değiştiğinden, o doğal olarak ilgiyi
çekmişti. Çünkü iki yüz yıl öncesinin kıyafetlerini giymişti ve günün
lehçesinden farklı bir aksanla konuşuyordu. Bu iki yüz yıl boyunca dil,
kültür, kıyafetler vs. gibi birçok şey değişmişti. Süryani kaynaklara göre
böylece dükkan sahibi ona güvensizlikle bakmış ve onun eski bir hazine
kazdığından şüphelenmiştir. Hemen sonra dükkan sahibi bazı komşularını
çağırdı ve onu yöneticilerinin huzuruna çıkardılar. Yöneltilen sorular
üzerine onun, imanlarını korumak için 200 yıl önce şehirden kaçan Hz.
İsa'nın takipçilerinden biri olduğu anlaşıldı. Topluluğun büyük bir
çoğunluğu Hıristiyanlığı kabul ettiği için haber şehirde hemen yayıldı ve
büyük bir kalabalık Hıristiyan Roma yöneticileriyle birlikte mağaraya vardı.
İşte o zaman mağaradakiler yaklaşık iki yüz yıl uyuduklarını anladılar. Daha
sonra Hıristiyan kardeşlerini selamlayıp yere uzandılar ve ruhları
bedenlerinden ayrıldı.
18.Süryani kaynağına göre bu olayın meydana geldiği
dönemde Efes'te tekrar diriliş ve ahiretle ilgili ateşli tartışmalar hüküm
sürüyordu. Her ne kadar halk Roma İmparatorluğunun etkisiyle Hıristiyanlığı
kabul etmişse de, şirk ve Romalıların putperestliğinin izleri ve Yunan
felsefesinin etkisi hala güçlü idi. Bu nedenle Hıristiyanlığın ahiret
inancına rağmen, birçok kimse ahireti inkar ediyor veya en azından bu konuda
şüphe duyuyordu. Bunun yanısıra şehrin büyük bir çoğunluğunu meydana getiren
Yahudilerin Saduki mezhebi ahireti inkar ediyor ve buna Tevrat'tan
dayanaklar bulmaya çalışıyordu. Buna karşı Hıristiyan alimleri bu inançları
reddeden kesin bir görüş de öne süremiyorlardı. O denli ki Matta, Markos,
Luka'nın Hz. İsa'ya (a.s) atfettikleri birbirine karşıt tartışma ve
polemikler, Hıristiyan alemlerince bile çok zayıf kabul ediliyordu. (Bkz.
Matta 22: 23-33, Markos 12: 18-27, Luka 20: 27-40) Bu nedenle ahirete
inanmayanlar üstün durumdaydılar, hatta müminler bile bu konuda şüpheye
düşüyorlardı. İşte bu sırada mağarada uyuyanlar diriltildiler ve öldükten
sonra dirilmenin apaçık bir delili olarak bu tartışmalardaki teraziyi
müminler tarafına çevirdiler.
19. Konunun gelişinden bunun Hıristiyanlar arasında doğru
kimselerin söylediği bir söz olduğu anlaşılmaktadır. Onlar uyuyanların
olduğu gibi kalması için mağaranın girişine bir duvar yapılması gerektiği
görüşündeydiler. Çünkü onların derecesini, konumunu hakettikleri mükafatı
ancak ve sadece Rableri bilebilirdi.
20. "Onların işine galip gelenler", doğru yoldaki
Hıristiyanların istedikleri gibi davranmalarına izin vermeyen Romalı
yöneticiler ve Hıristiyan kilisesinin rahipleriydi. Çünkü beşinci yüzyılın
ortalarında sıradan insanlar, özellikle Hıristiyanların Ortodox olanları
şirke bulanmış, azizlere ve mezarlara tapar olmuşlardı. O denli ki, mağarada
uyuyanların dirilmesinden bir kaç yıl önce M.S. 431 de Efes'de bütün
Hıristiyan aleminin temsilcilerinden oluşan bir konsül toplanmış ve orada
İsa Mesih'in ilahlığına ve Allah'ın annesi olarak Hz. Meryem'in de
Hıristiyan kilisesinin iman maddeleri arasına katılmasına karar verilmişti.
Eğer M.S. 431 yılını göz önünde bulundurursak, "meseleye galip gelenler"le
dini ve siyasi ipleri elinde tutan kilise önderlerinin ve hükümet
adamlarının kastedildiğini anlarız. Gerçekte bunlar şirkin temsilcileri ve
mağarada uyuyanların yanına bir ibadethane, bir mescit inşa edilmesine karar
veren kimselerdi.
21. Ne yazık ki bazı müslümanlar, bu ayetten yola çıkarak
Kur'an'ın, doğru kimselerin ve azizlerin mezarlarına anıtlar, türbeler,
mescitler, tapınaklar inşa etmeye izin verdiğini sanmaktadırlar. Gerçekte
Kur'an, diğerlerine galip gelerek, tekrar dirilişin ve ahiret hayatının
birer sembolü olan mağarada uyuyanların etrafına bir mescit, bir tapınak
inşa eden zalimlerin sapıklığına değinmektedir. O zalimler bu iyi fırsatı
kötüye kullanmışlar ve Şirk'i uygulamak için başka araçlar icad etmişlerdir.
Peygamber (s.a) bunu açıkça yasaklamışken, bir kimsenin
bu ayetten salih insanların mezarları üstüne mescid yapmanın helal olduğunu
nasıl çıkarabileceğini anlamak imkansızdır.
1) "Allah'ın laneti, mezarları ziyaret eden kadınların,
onları mescid edinenlerin ve oralarda mum yakanların üzerine olsun." (Ahmet
ibn Hanbel, Tirmizi, Ebu Davud, Nesei, İbn Mace)
2) "İyi bilin ki sizden önce geçen ümmetler
peygamberlerinin kabirlerini mescit edinmişlerdir. Sakın siz kabirleri
mescid edinmeyin. Ben size bunu nehyediyorum." (Müslim)
3) "Allah'ın laneti peygamberlerinin kabirlerini mescid
edinen Yahudi ve Hıristiyanların üzerine olsun." (Ahmet İbn Hanbel, Buhari,
Müslim, Nesei)
4) "İnsanlar ne garip davranıyorlar: Aralarından salih
bir insan ölse, onun kabri üzerine mescit inşa ediyorlar ve içine de
resimler çiziyorlar. Onlar kıyamet gününde Allah indirde yaratıkların en
şerlileri olacaklardır." (Ahmed İbn Hanbel, Buhari, Müslim, Nesei)
Yukarıda değindiğimiz Nebevi hadislerden, kabirlerin
mescit edinilmesinin haram olduğu anlaşılmaktadır. Kur'an, Hıristiyan
rahiplerinin ve Romalı yöneticilerin bu günahkar tutumuna sadece bir tarihi
gerçek olarak değinmiş ve bu davranışı hoş karşılamamıştır. Bu nedenle
Allah'dan korkan hiç kimse, bu ayetten yola çıkarak kabirler etrafına mescit
inşa edilmesi fikrini savunamaz.
Burada, 1834 de Discoveries in Asia Minor (Anadolu'da
Araştırmalar) adlı eserini yayınlayan Rev. T. Arundell'in bir sözüne
değinmek yerinde olacaktır. Arundell, eski Efes kenti harabeleri yakınında
Meryem Ana ve Yedi Uyuyanlar Anıtının kalıntılarını gördüğünü söyler.
22 (Sonra gelen kuşaklar) Diyecekler ki: "Üç'tüler,
onların dördüncüsü de köpekleridir." Ve: "Beştiler, onların altıncısı
köpekleridir" diyecekler. (Bu,) Bilinmeyene (gayba) taş atmaktır.
"Yedidirler, onların sekizincisi de köpekleridir" diyecekler.22 De ki:
"Rabbim, onların sayısını daha iyi bilir, onları pek az (insan) dışında da
kimse bilemez." Öyleyse onlar konusunda açıkta olan bir tartışmadan başka
tartışma ve onlar hakkında bunlardan hiç kimseye bir şey sorma.23
23 Hiç bir şey hakkında: "Ben bunu yarın mutlaka
yapacağım" deme.
24 Ancak: "Allah dilerse" (yapacağım, de). Unuttuğun
zaman Rabbini zikret ve de ki: "Umulur ki, Rabbim beni bundan daha yakın bir
başarıya yöneltip-iletir."24
AÇIKLAMA
22. Bu, bahsedilen olaydan üçyüz yıl sonra, Kur'an'ın
indirildiği dönemde Hıristiyanlar arasında Mağarada Uyuyanlarla ilgili
değişik hikayelerin yayıldığını, fakat bunlardan hiç birinin güvenilir bir
kaynağa dayanmadığını göstermektedir. Çünkü o dönem güvenilir kitapların
basıldığı dönem değildi. Bu nedenlerle olaylarla ilgili hikayeler ağızdan
ağıza, bölgeden bölgeye yayılıyor ve zaman geçtikçe uydurma olaylar gerçek
hikayeye karışıyordu.
23. Bu hikayede asıl vurgulanan nokta uyuyanların sayısı
değil, olayın öğrettiği derstir: 1) Gerçek bir mümin hiç bir şekilde haktan
dönmemeli ve bâtıl önünde boyun eğmemelidir. 2) Bir mümin sadece maddi
araçlara değil, bilakis Allah'a güvenmelidir. Dış şartlar ne kadar kötü
görünse de, o Allah'a güvenip dayanmalı ve doğru yoldan gitmelidir. 3)
Allah'ın söz konusu bir "tabiat kanunu" ile sınırlı olduğunu düşünmek
tamamen yanlıştır. Çünkü O, genel tecrübelere aykırı bile görünse, dilediği
herşeyi yapmaya kadirdir. O dilediği her yer ve zamanda herhangi bir tabiat
kuralını değiştirmeye ve alışılmamış bir "olağanüstü" şeyi meydana getirmeye
kadirdir. O denli ki, Allah iki yüzyıldan beri uyuyan bir kimseyi sanki
birkaç saatlik uykudan uyandırır gibi, hem de bu zaman sürecinde
görünüşünde, giyinişinde, sağlığında hiç bir değişiklik meydana
getirmeksizin uyandırmaya kadirdir. 4) Bu kıssa bize Peygamberlerin ve ilâhî
kitapların söylediği gibi Allah'ın geçmiş-gelecek bütün insanları tekrar
diriltmeye kadir olduğunu göstermektedir. 5) Yine bu kıssa bize, cahil
insanların Allah tarafından doğru yolu göstermek amacıyla gönderilen
ayetleri (mucizeleri) esas amacından saptırdıklarını göstermektedir. İşte bu
nedenle ahiret inancının bir ispatı olarak gösterilen Mağarada Uyuyanlar
mucizesi sanki bu amaçla gönderilmiş birer aziz imiş gibi şirke bir araç
haline getirilmiştir.
Mağarada Uyuyanlar kıssasından öğrenilecek, yukarıda
değindiğimiz derslerden anlaşılacağı üzere, akıllı bir insan dikkatini
bunlarda yoğunlaştırmalı ve onların sayısı, isimleri, köpeklerinin rengi ve
benzeri şeyleri araştırmaya çalışarak amaçtan sapmamalıdır. Sadece gerçekle
değil, yüzeysel şeylerle ilgilenen kimseler zamanlarını böyle araştırma
yaparak harcarlar. İşte bu nedenle Allah Peygamberine şöyle emretmektedir:
"Başka insanlar seni meşgul etmeye çalışsalar bile, sen böyle gereksiz ve
saçma araştırmalara girmemelisin. Zamanını böyle gereksiz şeylere harcamak
yerine dikkatini davet görevinin üzerinde yoğunlaştırmalısın." İnsanları bu
tür gereksiz ve anlamsız araştırmalara teşvik etmemek için Allah da onların
gerçek sayısını bildirmemiştir.
24. Bu, bir önceki ayetle olan ilgisi nedeniyle buraya
konulmuş bir parantez içi konudur. Bir önceki ayette Mağarada Uyuyanların
sayısını yalnız Allah'ın bilebileceği ve bu tür konularda yapılan
araştırmaların anlamsız olduğu belirtilmşiti. Bu nedenle insan önemsiz
şeyleri araştırmaktan ve bunlarla ilgili tartışmalara girmekten
kaçınmalıdır. Bu parantez içi cümlede Peygamber (s.a) ve müminlere kendi
yararlarına şöyle bir emir verilmesine neden olmuştur: Hiç bir zaman "bu işi
yarın yapacağım" demeyin, çünkü onu yapıp yapamayacağınızı bilemezsiniz. Siz
ne gaybı bilebilirsiniz, ne de her şeyi yapmaya gücünüz yeter. Eğer unutarak
ve yanılarak böyle bir şey söylemişseniz hemen Allah'ı anın ve "inşaallah"
deyin. Bunun yanısıra siz "yapacağım" dediğiniz işte sizin için bir hayır
olup olmadığını da bilmiyorsunuz. Belkide ondan daha hayırlı bir iş
yapabilirsiniz. Bu nedenle Allah'a güvenmeli ve "Umulur ki Rabbim beni bu
meselede doğru yola daha yakın bir şeyle bana hidayet verir" demelisiniz.
25 Onlar mağaralarında üç yüz yıl kaldılar ve dokuz (yıl)
daha kattılar,25
26 Dedi ki: "Ne kadar kaldıklarını Allah daha iyi bilir.
Göklerin ve yerin gaybı O'nundur. O, ne güzel görmekte ve ne güzel
işitmektedir. O'nun dışında onların bir velisi yoktur. Kendi hükmünde hiç
kimseyi ortak kılmaz."
27 Sana26 Rabbinin Kitabından vahyedileni oku. O'nun
sözlerini değiştirici yoktur ve O'nun dışında kesin olarak bir sığınacak
(makam) bulamazsın.27
28 Sen de sabah akşam O'nun rızasını isteyerek Rablerine
dua edenlerle birlikte sabret. Dünya hayatının (aldatıcı) süsünü isteyerek
gözlerini onlardan kaydırma.28 Kalbini bizi zikretmekten gaflete
düşürdüğümüz, kendi 'istek ve tutkularına (hevasına)' uyan ve işinde
aşırılığa gidene29 itaat etme.30
29 Ve de ki: "Hak Rabbinizdendir; artık dileyen iman
etsin, dileyen küfre sapsın.31 Şüphesiz biz zalimlere bir ateş hazırlamışız,
onun duvarları kendilerini çepeçevre kuşatmıştır.32 Eğer onlar yardım
isterlerse, katı bir sıvı33 gibi yüzleri kavurup-yakan bir su ile yardım
edilirler. Ne kötü bir içkidir o ve ne kötü bir destektir.
AÇIKLAMA
25. Bu cümle, parantez içi bölümden hemen önceki konu ile
ilgilidir. "Bazıları 'onlar beş kişidir altıncıları köpektir' derler...."
Bazıları 'onlar mağarada üçyüz yıl kaldı derler', bazıları da (bu hesaplanan
süreye) dokuz yıl ilave ederler." Biz 300 ve 309 yıllık sürelerin Allah'ın
kendi sözü olarak değil, başkalarının bu konuyla ilgili kendi görüşleri
olarak Kur'an'da belirtildiği görüşündeyiz. Bu görüş bir sonraki cümleye
dayanmaktadır: "Onların ne kadar kaldıklarını Allah daha iyi bilir." Eğer
25. ayetteki sözler Allah'ın kendi sözü olsaydı, bu cümle anlamsız olurdu.
Hz. Abdullah ibn Abbas (r.a) da bunun Allah'ın sözü değil, hikayenin bir
parçası olarak burada yer aldığını söylemiştir.
26. Kur'an mağarada uyuyanlar kıssasını anlattıktan
sonra, surenin nazil olduğu dönemde Mekke'li müslümanların durumunu
yorumlamaya başlar.
27. Bu, asla Peygamber'i (s.a) Mekke'li müşrikleri memnun
etmek için Kur'an'da bazı değişiklikler yapmaya niyetlendiği (Allah korusun)
ve onun böyle şeye yetkisi olmadığını belirten bir uyarı almasına neden
olacak şekilde Kureyş liderleri ile bir uzlaşma yapmayı düşündüğü anlamına
gelmez. Bu uyarı, görünüşte Peygamber'e (s.a) hitap ediyor olmasına rağmen
gerçekte kafirlere böyle bir uzlaşma ümidi beslememelerini söylemektedir:
"Gönderdiğimiz Rasûlün Kur'an'da herhangi bir değişiklik yapmakla yetkili
olmadığını kesinlikle anlamalısınız, çünkü o ancak kendisine vahyolunanı
aktarmakla sorumludur. Eğer onu kabul etmek istiyorsanız, Alemlerin
Rabbinden vahyolunduğu şekliyle tümünü kabul etmek zorundasınız.
Eğer inkar etmek istiyorsanız, edebilirsiniz, fakat sizi
memnun etmek için onda en ufak bir değişiklik yapılmayacağını
anlamalısınız." Bu, kafirlerin sürekli tekrarladıkları şu soruya verilen
cevaptır: "Ey Muhammed! Eğer senin davetinin tümüne inanmamız gerektiği
konusunda ısrar ediyorsan, onda atalarımızın adet ve inançlarını destekler
nitelikte bazı değişiklikler yap ki senin davetini kabul edelim. Bu bir
uzlaşma teklifidir ve ancak bu halkımızı bölünmelerden kurtaracaktır."
Kafirlerin bu isteğine Kur'an'ın çeşitli yerlerinde değinilmiş ve bu isteğe
aynı cevap verilmiştir: "Apaçık ayetlerimiz onlara okunduğunda, bize
kavuşmayı ummayanlar derler ki: "Başka bir Kur'an getir veya onda bazı
değişiklikler yap' ...." (Yunus: 15)
28. Bu sözler Peygamber'e (s.a) hitap eder görünmektedir,
fakat aslında Kureyş ulularını kastetmektedir. İbn Abbas'tan rivayet edilen
bir hadise göre Kureyşli büyükler, Peygamber'e (s.a), çoğunlukla onun
yanında bulunan Bilal, Süheyb, Ammar, Habbab, İbn Mesud ve benzeri
kimselerle oturmalarının şereflerini düşürdüğünü ve onları yanından
gönderirse davetini öğrenmek için Peygamber'in meclisine katılabileceklerini
söylerlerdi. Bunun üzerine Allah (c.c) şu ayeti indirdi.: "Nefsini sabah
akşam rızasını isteyerek Rablerine yalvaranlarla beraber tut. Gözlerin
onlardan başka yana sapmasın." (Kureyş büyüklerinin, zenginlerinin gelip
senin yanına oturabilmesi için bu samimi, fakat fakir insanlardan yüz
çevirmek mi istiyorsun?) Bu ayet Kureyşlilere şöyle demektedir: "Sizin
zenginliğiniz, ihtişamınız ve gururlandığınız debdebenizin Allah ve Rasûlü
katında hiç bir değeri yoktur. Bilakis bu fakir insanlar onların gözünde
daha değerlidir. Çünkü onlar samimidirler ve her an Allah'ı anarlar." Nuh'un
(a.s) gönderildiği kavmin büyüklerinin tutumu da aynı idi." Hz. Nuh'u kavmi
böyle tenkit etmiştir: "Sana bizim basit görüşlü ayaktakımlarımızdan
başkasının uyduğunu görmüyoruz." Hz. Nuh'ta onlara şöyle cevap vermişti:
"Ben iman edenleri yanımdan kovacak değilim. Sizlerin gözlerinizin hor
gördüğü kimseler için 'Allah onlara bir hayır vermeyecek' de demem. Allah
onların içlerinde olanı daha iyi bilir" İzah için bkz. Hud: 27-31, En'am:
52, Hicr: 88.
29. Yani, "onun söylediklerine aldırma, ona itaat etme,
onun isteklerini yerine getirme ve onun emirlerine uyma."
30. Arapça metin "Haktan dönen, bütün sınırları aşan ve
burnunun doğrultusunda giden" anlamına da gelebilir. Her iki durumda da
sonuç şudur: "Allah'tan gafil olan ve arzularının kölesi olan bir kimse
kaçınılmaz bir şekilde bütün sınırları aşacak ve aşırılığın kurbanı
olacaktır. Bu nedenle ona itaat eden kimse de aynı yolu izleyecek ve onun
arkasından sapıklığa devam edecektir.
31. Bu ayet, Mağarada Uyuyanlar kıssasının kafirlere şu
dersi vermek için anlatıldığını açığa çıkarmaktadır. Bu Rabbinizden gelen
gerçektir: Dileyen kabul eder, dileyen reddeder. Fakat insanlar, Mağarada
Uyuyanların inançlarından hiç bir taviz vermedikleri gibi Hak'dan da hiç bir
taviz verilmeyeceğini anlamalıdırlar. Onlar inandık ve "Bizim Rabbimiz,
yerlerin ve göklerin Rabbidir" diye ilan ettikten sonra Tevhid ilkesinden
hiç bir taviz vermemişlerdir. Bu açıklamadan sonra onlar kavimleriyle hiç
bir uzlaşma girişiminde bulunmamışlar, aksine şöyle demişlerdir: "Biz O'nu
bırakıp da başka ilahları kabul etmeyiz. Çünkü böyle yaparsak biz saçma bir
şey söylemiş oluruz." Bundan sonra kavimlerinden ve onların ilahlarından
ayrılıp yanlarına hiç bir azık almaksızın mağaraya sığınmışlardır. Bundan
sonra uyandıklarında tedirgin oldukları tek nokta, kavimlerinin kendilerini
inançlarından dönmeye zorlamaları idi. Bunlara değindikten sonra Kur'an
Peygamber'e (s.a) şöyle hitap eder. (Aslında bu sözler İslam düşmanlarını
hedef almaktadır): "Müşriklerle ve kafirlerle bir uzlaşma yapmak söz konusu
değildir. Kabul etsinler, etmesinler, sen onlara Hakkı tebliğ et. Eğer kabul
etmezlerse kendileri kötü bir sonla karşılaşacaklardır. Hakkı kabul edenlere
gelince, onlar (ister genç, ister fakir ve zayıf kimseler, ister köle,
isterse işçi olsunlar) Allah katında gerçek değere sahip olan kimselerdir ve
sadece onlara ikram olunacaktır. Bu nedenle sen onlardan yüz çevirip, dünya
nimetlerinin çoğuna sahip olsalar bile Allah'dan gafil ve arzularının kölesi
olan zenginleri tercih etmemelisin."
32. " " kelimesi sözlükte bir çadırın kenarları anlamına
gelir. Fakat burada cehennem hakkında kullanıldığında duman ve sıcaklığın
ulaştığı cehennemin dış sınırları anlamına gelmektedir. Bazı müfessirlere
göre bu, gelecek zamana delalet etmektedir. "... Onun dumanı onları
çepeçevre kuşatacaktır." Yani ahirette cehennemin dumanı onları
kuşatacaktır. Fakat biz onun dumanının, hakdan sapan zalimlerin bu dünyada
iken kuşattığı ve onların bu dumandan kurtulamayacakları görüşündeyiz.
33. " " kelimesinin bir çok sözlük anlamı vardır.
Bazılarına göre bu "kalın yağ tortusu"; bazılarına göre yeryüzündeki
şeylerin buharlaşması sonucu oluşan "lav"; bazılarına göre de "eritilmiş
maden" bazılarına göre ise "irin ve kan" anlamına gelir.
30 Şüphesiz iman edip salih amellerde bulunanlar ise; biz
gerçekten en güzel davranışta bulunanın ecrini kayba uğratmayız.
31 Onlar; altından ırmaklar akan Adn cennetleri
onlarındır, orda altın bileziklerle34 süslenirler, hafif ipekten ve ağır
işlenmiş atlastan yeşil elbiseler giyerler ve tahtlar üzerinde
kurulup-dayanırlar.35 (Bu,) Ne güzel sevap ve ne güzel destek.
32 Onlara iki adamın örneğini ver;36 onlardan birine iki
üzüm bağı verdik ve ikisini hurmalıklarla donattık, ikisinin arasında da
ekinler bitirmiştik.
33 İki bağ da yemişlerini vermiş, ondan (verim
bakımından) hiç bir şeyi noksan bırakmamış ve aralarında da bir ırmak
fışkırtmıştık.
34 (İkisinden) Birinin başka ürün (veren yer)leri de
vardı. Böylelikle onunla konuşurken arkadaşına dedi ki: "Ben, mal bakımından
senden daha zenginim, insan sayısı bakımından da daha güçlüyüm."
35 Daha sonra Cennet'ine 37 girdi ve kendisine
zulmederek: "Bunun hiç yok olacağını sanmam." dedi.
36 "Kıyamet-saati'nin kopacağını da sanmıyorum. Buna
rağmen Rabbime döndürülecek olursam, şüphesiz bundan daha hayırlı bir sonuç
bulacağım."38
AÇIKLAMA
34. Cennetlikler, eskilerin kralları gibi altın
bileziklerle süsleneceklerdir. Bu, kafirler ve günahkar krallar ahirette
azap görürken, müminlerin dünya kralları gibi yaşayacaklarını
göstermektedir.
35. "Erâik" kelimesi, gölgeliklerle kaplı bir tür taht
anlamına gelen erîke'nin çoğuludur. Bu da müminlerin ahirette dünya kralları
gibi tahtlarda oturacaklarını göstermektedir.
36. Bu misalin önemini anlamak için 28. ayet gözönünde
bulundurulmalıdır. 28. ayette Mekkeli cahil liderlere onları memnun etmek
için Hz. Peygamber'in (s.a) fakir ashabından yüz çevirilmeyeceği
söylenmektedir. Bkz. Kalem: 17-33, Meryem: 73-74, Müminun: 55-61, Fussilet:
49-50
37. O adam bahçelerini "Cennet" olarak kabul ediyordu. Bu
nedenle o, kendilerine servet ve güç verildiğinde bu dünyada iken cenneti
yaşadıklarını ve başka bir cennete ihtiyaçları olmadığını sanan anlayışsız
insanlar gibi davranıyordu.
38. Yani, "Ben, öldükten sonra bir hayatın olacağına
inanmıyorum. Eğer var olsa bile, bu dünyadakinden daha fazlasına sahip
olacağım. Çünkü zenginlik ve servetim, Allah katında gözde olduğumun açık
bir delilidir."
37 Kendisiyle konuşmakta olan arkadaşı ona dedi ki: "Seni
topraktan, sonra bir damla sudan yaratan, sonra da seni düzgün (eli ayağı
tutan, gücü kuvveti yerinde) bir adam kılan (Allah)ı inkâr mı ettin?"39
38 "Fakat, O Allah benim Rabbimdir ve ben Rabbime hiç
kimseyi ortak koşmam."
39 "Bağına girdiğin zaman, 'Maşallah, Allah'tan başka
kuvvet yoktur'40 demen gerekmez miydi? Eğer beni mal ve çocuk bakımından
senden daha az (güçte) görüyorsan."
40 "Belki Rabbim senin bağından daha hayırlısını bana
verir, (seninkinin) üstüne de gökten 'yakıp-yıkan bir afet' gönderir de
kaygan bir toprak kesiliverir."
41 "Veya onun suyu dibe göçü verir de böylelikle onu
arayıp-bulmaya kesinlikle güç yetiremezsin."
42 (Derken) Onun ürünleri (afetlerle) kuşatılıverdi.
Artık o, uğrunda harcadıklarına karşı avuşlarını (esefle)
evirip-çeviriyordu. O (bağın) çardakları yıkılmış durumdaydı, kendisi de
şöyle diyordu: "Keşke Rabbime hiç kimseyi ortak koşmasaydım."
43 Allah'ın dışında ona yardım edecek bir topluluk yoktu,
kendi kendine de yardım edemedi.
44 İşte burda (bu durumda) velayet (yardımcılık, dostluk)
hak olan Allah'a aittir. O, sevap bakımından hayırlı, sonuç bakımından
hayırlıdır.
45 Onlara, dünya hayatının örneğini ver; gökten
indirdiğimiz suya benzer, onunla yeryüzünün bitkileri birbirine karıştı,
böylece rüzgârların savurduğu çalı çırpı oluverdi. Allah, her şeyin üzerinde
güç yetirendir.41
AÇIKLAMA
39. Bu, Allah'ı "inkar" etmenin sadece Allah'ın varlığını
kabul etmemekle sınırlı olmadığını, fakat gurur, kibir, kendini beğenmişlik
ve ahireti inkarın da küfr olduğunu göstermektedir. Bu kişi Allah'ın
varlığını inkar etmemesine, belki de "Şayet Rabbime döndürülürsem" ifadesi
ile onun varlığına şehadet etmesine rağmen komşusu onu Allah'ı inkar etmekle
suçlamaktadır. Çünkü zenginlik ve servetini Allah'ın bir lütfu olarak değil
de kendi güç ve becerilerinin bir meyvesi olarak kabul eden, bu nimetlerin
sonsuz olduğuna ve kimsenin bunları kendisinden alamayacağına inanan ve
kendisini hiç kimseye karşı hesap vermekle sorumlu hissetmeyen bir kimse
Allah'a inandığını söylese bile "Allah'ı inkar" etmektedir. Çünkü böyle bir
kimse Allah'ı tek hakim, mabud ve malik değil de sadece bir varlık olarak
kabul etmektedir. Gerçekte, Allah'a iman, sadece O'nun varlığını kabul
etmeyi değil, aynı zamanda O'nu tek hakim, tek mabud ve tek hüküm koyucu
olarak kabul etmeyi de gerektirir.
40. Yani, "Eğer biz bir şey yapmaya güç yetirebiliyorsak,
bu, Allah'ın yardımı ve desteği iledir."
41. "Allah her şeye kadirdir": Hayat veren ve öldüren
O'dur. Yükseltmek alçaltmak O'nun elindedir. Mevsimler O'nun emriyle
değişir. Bu nedenle ey iman edenler; eğer bu gün bolluk içinde yaşıyorsanız,
bu durumun sonsuza kadar süreceğini sanıp aldanmayın. Bir emriyle size tüm
bunları lutfeden Allah, başka bir emriyle sahip olduklarınızın hepsini yok
etmeye kadirdir.
46 Mal ve çocuklar, dünya hayatının çekici-süsüdür;
sürekli olan 'salih davranışlar' ise, Rabbinin katında sevap bakımından daha
hayırlıdır, umut etmek bakımından da daha hayırlıdır.
47 Dağları yürüteceğimiz gün,42 yeri çırılçıplak (dümdüz
olmuş) görürsün;43 onları bir arada toplamışız da, içlerinden hiç birini
dışarda bırakmamışızdır.44
48 Onlar senin Rabbine sıra sıra sunulmuşlardır. Andolsun,
sizi ilk defa yarattığımız gibi bize gelmiş oldunuz. 45 Hayır, siz, Bizim
size bir kavuşma-zamanı tesbit etmediğimizi sanmıştınız değil mi?
49 (Önlerine) Kitap konulmuştur; artık
suçlu-günahkârların, onda olanlardan dolayı dehşetle-korkuya kapıdıklarını
görürsün. Derler ki: "Eyvahlar bize, bu kitaba ne oluyor ki, küçük büyük
bırakmayıp her şeyi sayıp-döküyor?" Yapıp-ettiklerini (önlerinde) hazır
bulmuşlardır. Rabbin hiç kimseye zulmetmez.46
50 Hani meleklere: "Adem'e secde edin" demiştik; İblis'in
dışında (diğerleri) secde etmişlerdi.47 O cinlerdendi, böylelikle Rabbinin
emrinden dışarı çıkmıştı.48 Bu durumda Beni bırakıp onu ve onun soyunu
veliler mi edineceksiniz? Oysa onlar sizin düşmanlarınızdır. (Bu,) Zalimler
için ne kadar kötü bir (tercih) değiştirmedir.
51 Göklerin ve yerin yaratılışında da, kendi nefislerinin
yaratılışında da Ben onları şahid tutmadım.49 Ben, saptırıcıları
yardımcı-güç de edinmedim.
AÇIKLAMA
42. Yer çekimi ortadan kalktığında o gün, dağlar,
bulutlar gibi oraya buraya hareket edeceklerdir. Kur'an aynı olayı Neml
Suresi 88'de şöyle anlatır: "Dağları görürsün de onları sabit (donmuş)
sanırsın, oysa o gün onlar bulutların sürüklenmesi gibi sürüklenirler."
43. "Yeri çırılçıplak görürsün." Yeryüzünde ne bir bitki,
ne de bir bina kalacaktır ve o çırılçıplak bir alan haline gelecektir. Bu
surenin 8. ayetinde de aynı olaya değinilmiştir.
44. Yani, "İlk insan Adem'den kıyamet gününün son anında
doğan çocuğa dek bütün insanları mahşerde toplayacağız. Hatta doğduktan
sonra bir kez nefes alan bir çocuk bile o gün mahşerde toplananlar arasında
olacaktır."
45. Bu söz o gün, ahireti inkar edenlere hitaben
söylenecektir: "Şimdi, peygamberlerin öğrettiği bilginin doğru olduğunu
görüyorsunuz, onlar size Allah'ın sizi annelerinizin rahminde ilk yarattığı
gibi tekrar dirilteceğini söylemişlerdi fakat siz bunu inkar etmiştiniz.
İkinci kez hayata döndürülüp döndürülmediğinizi şimdi söyleyin bakalım."
46. "Rabbin hiç kimseye (zerre kadar) zulmetmez": Ne
başkasının işlediği bir günah bir kimsenin hesap defterine yazılır, ne bir
kimse işlediği günahın cezasından fazlasına çarptırılır, ne de suçsuz bir
insan cezalandırılır.
47. Adem ve İblis kıssasına, sapık insanları yaptıkları
hata konusunda uyarmak amacıyla değinilmiştir. İnsanların kendilerinin
iyiliğini isteyen peygamberleri bir tarafa bırakıp da, Adem'e secde etmeyi
reddettiğinden beri insanların ezeli düşmanı olan İblis'in tuzaklarına
kapılmaları büyük bir hatadır.
48. İblis'in Allah'a isyan etmesi muhtemeldi. Çünkü o
meleklerden değil cinlerden biriydi. Kur'an'da meleklerin kesinlikle ve
yaratılıştan itaatkâr olduklarının açıkça ifade edildiğine dikkat
edilmelidir.
1) "Onlar büyüklük taslamazlar, kendilerine hakim olan
Rablerinden korkarlar ve ne emrolunurlarsa onu yaparlar." (Nahl: 50)
2) ".... Onlar Allah kendilerine neyi emretmişse ona
isyan etmezler ve ne emrolunurlarsa onu yaparlar." (Tahrim: 6)
Meleklerin tersine cinler, insanlar gibidirler. İtaat
etme seçeneklerine sahiptirler. Yani onlara da inanma veya inanmama, itaat
etme veya isyan etme özgürlük ve yetkisi verilmiştir. Bu, İblisin cinlerden
biri olduğu ve bu nedenle de onun isyan yolunu seçtiği söylenerek de açığa
çıkmaktadır. (Bkz. Hicr: 27, Cin: 13-15) Bu ayet, İblisin bir melek olduğu,
hatta sıradan bir melek değil, meleklerin başkanı olduğu konusunda çoğu
insanda var olan yanlış anlamayı tamamen ortadan kaldırmaktadır. Kur'an'da
geçen "Biz meleklere" "Adem'e secde edin" dediğimizde hepsi secde etti,
fakat İblis secde edenlerden olmadı" ifadesi nedeniyle ortaya çıkan zorluk
ve karışıklığa gelince, meleklere verilen emrin, meleklerin yönetimi altında
bulunan tüm yeryüzü yaratıkları için geçerli olduğuna, onların da insana
boyun eğmek zorunda olduklarına dikkat edilmelidir. Buna uygun bir şekilde
bütün yaratıklar meleklerle birlikte secde ettiler, fakat İblis onlarla
birlikte secde etmekten kaçındı. Bkz. Müminun: 73
49. Burada kafirlere şeytanların itaat ve ibadete layık
olmadıkları, çünkü onların yerlerin ve göklerin yaratılışında hiç bir
katkıları olmadığı, hatta onların kendilerinin bile yaratıldıkları, bu
nedenle sadece Allah'ın ibadete layık olduğu anlatılmak istenmektedir.
52 "Benim ortaklarım sandığınız şeyleri çağırın" (diye
küfre sapanlara) diyeceği gün;50 işte onları çağırmışlardır, ama onlar,
kendilerine cevap vermemişlerdir. Biz onların aralarında bir uçurum
koyduk.51
53 Suçlu-günahkârlar ateşi görmüşlerdir, artık içine
kendilerinin gireceklerini de anlamışlardır; ancak ondan bir kaçış-yolu
bulamamışlardır.
54 Andolsun, bu Kur'an'da insanlar için Biz her örnekten
çeşitli açıklamalarda bulunduk. İnsan, her şeyden çok tartışmacıdır.
AÇIKLAMA
50. Bu konu Kur'an'ın birçok yerinde ele alınmıştır. Bu,
Allah'ın hidayetini ve emirlerini bir tarafa atıp, Allah'tan başkasının emir
ve yol göstermesine uymanın dil ile Allah'ın ortağı bulunduğu söylenmese
bile böyle bir davranışın şirk olduğu vurgulanmaktadır. Hatta bir kimse
başkalarını lanetliyor onları kabul etmiyor, fakat aynı zamanda ilâhî
emirler yerine onların emirlerine uyuyorsa o zaman böyle bir kimse de şirk
koşuyor demektir. Meselâ, bu dünyada herkesin şeytanları lanetlediğini,
fakat yine de onlara uyduklarını görüyoruz. Kur'an'a göre, şeytanları
lanetlemelerine rağmen insanlar onlara uyarsa, bu insanlar şeytanları
Allah'a şirk (ortak) koşmuş olurlar. Belki bu söz ile yapılan bir şirk
değildir. Fakat davranışlarda ortaya çıkan şirktir ve Kur'an bunu şirk
olarak kabul ediyor. Bkz. Nisa an: 91 ve 145, En'am an: 87 ve 107, Tevbe an:
31, İbrahim an: 32, Meryem an: 27, Müminun an: 41, Furkan an: 56, Kasas an:
86, Sebe an: 59-63, Yasin an: 58, Şura an: 38, Casiye an: 30.
51. Müfessirler genellikle buna iki anlam vermişlerdir.
Birincisi, bizim mealimizde benimsediğimiz anlamdır. İkinicisi ise şöyledir:
"Biz onların arasına bir düşmanlık koyarız." Yani: "Onların dünyadaki
dostlukları ahirette korkunç bir düşmanlığa dönüşür."
55 Kendilerine hidayet geldiği zaman insanları inanmaktan
ve Rablerinden bağışlanma dilemelerinden alıkoyan şey, ancak evvelkilerin
sünnetinin kendilerine de gelmesi ya da azabın onları karşılarcasına
kendilerine gelmesi(ni beklemeleri)dir.52
56 Biz peygamberleri, müjde vericiler ve
uyarıp-korkutucular olmak dışında (başka bir amaçla) göndermemekteyiz.53
Küfre-sapanlar ise, hakkı batıl ile geçersiz kılmak için mücadele
etmektedirler. Onlar benim ayetlerimi ve uyarılıp-korkutuldukları (azabı)
alay-konusu edindiler.
AÇIKLAMA
52. Burada insanlar, Kur'an'ın hakkı açıklamak için
hiçbir fırsat ve aracı ihmal etmediği konusunda uyarılmaktadırlar: Kur'an,
insanın kalbini ve zihnini uyandırmak ve onların dikkatini çekmek için her
tür aracı, çeşitli misalleri, tartışma araçlarını, örnekleri kullanmış ve en
güzel uslubu seçip-kullanmıştır; kısacası insanları hakkı kabule ikna etmek
için denemediği yol bırakmamıştır. Bütün bunlara rağmen onlar hâlâ hakkı
kabul etmiyorlarsa, her halde kendilerinden önceki kavimlerin başına gelen
ve onların hatalarını anlamalarını sağlayan azabı bekliyorlar.
53. Bu ayet iki anlama gelir: 1) Biz peygamberleri hüküm
günü gelmeden önce insanları, itaatin güzel sonuçları ve isyanın kötü
sonuçlarıyla uyarsınlar diye göndeririz. Fakat anlayışsız insanlar bu
uyarılardan yararlanmazlar ve peygamberin kendilerini kurtarmaya
çalıştıkları kötü sonu görmekte israr ederler. 2) Eğer azabı görmekte ısrar
ederlerse bunu peygamberlerden istememelidirler, çünkü Peygamber azab
getirmek için değil, insanları azaba uğratmaktan kurtarmak için
gönderilmiştir.
HARİTA-VII
Musa ve Hızır'ın hikayesine ilişkin harita. (onlara selam
olsun)
57 Kendisine Rabbinin ayetleri öğütle-hatırlatıldığı
zaman, onlara sırt çeviren ve ellerinin önden gönderdikleri (amelleri)ni
unutandan daha zalim kimdir? Biz gerçekten, onların kalpleri üzerine onu
kavrayıp anlamalarını engelleyen bir perde (gerdik) kulaklarına da bir
ağırlık koyduk. Sen onları hidayete çağırsan bile, onlar sonsuza kadar asla
hidayet bulamazlar.54
58 Senin Rabbin rahmet sahibi (ve) bağışlayıcıdır. Eğer,
kazanmakta olduklarından dolayı onları (azabla) yakalayıverseydi, şüphesiz
onlara azabı (bir an önce) çabuklaştırırdı. Hayır, onlar için bir
buluşma-zamanı vardır, onun dışında asla başka bir sığınak
bulamayacaklardır.55
59 İşte ülkeler (ve onların halkları), zulme saptıkları
zaman onları yıkıma uğrattık;56 ve yıkımları için de bir buluşma-zamanı
tesbit ettik.
60 Hani Musa genç-yardımcısına demişti: "İki denizin
birleştiği yere ulaşıncaya kadar gideceğim ya da uzun zamanlar
geçireceğim."57
AÇIKLAMA
54. Bir kimse peygamberin tebliğine karşı tartışma,
itiraz, çekişme ve mücadele yolunu seçer ve hakkı bâtıl silahlar ve
oyunlarla yenmeye çalışırsa, Allah o kimsenin kalbi üzerine perde çeker ve
kulaklarına hakkı duymalarını engelleyecek örtüler koyar. Doğal olarak bu
tutum onda inatçılık ve katı kalpliliğe neden olur, böylece o hidayet
çağrısını duymaz ve kötü akibetini görmeden hatasını anlayamaz bir hale
gelir. Çünkü böyle insanlar uyarı ve tebliğe aldırmazlar ve cehennem azabına
uğramakta ısrar ederler; zamanla artık burunlarının doğrultusunda sadece
azaba gitmekte olduklarına kani olurlar.
55. Burada insanlar; kendilerine verilen süre ile
aldanmaları ve ne yaparlarsa yapsınlar hesaba çekilmeyeceklerini sanmaları
konusunda uyarılmaktadırlar. İnsanlar Allah'ın esirgeyen ve bağışlayan
olduğu için kendilerine süre verdiğini ve bu nedenle zalimleri hemen
cezalandırmadığını unutmaktadırlar. Allah'ın mühlet (süre) vermesinin nedeni
O'nun rahmetidir; O'nun rahmeti zalimlere gidişatlarını düzeltmeleri için
süre verilmesini gerektirir.
56. Helâk edilen memleketler, Kureyşlilerin ticaret
yolculuklarında rastladıkları ve diğer Araplar tarafından da çok iyi bilinen
Sebe, Semûd, Medyen şehirleri ve Lût kavmi idi.
57. Gerçi bu hikaye kafirlerin sorusuna bir cevap olarak
anlatılmıştır, ama aslında hem kafirlere hem de müminlere önemli bir gerçeği
vurgulamak için de kullanılmıştır: Olayların sadece görünen yönlerinden
sonuç çıkaran kimseler bu çıkarımlarından çok ciddi bir hata yapmaktadırlar.
Çünkü onlar sadece görüneni görmekte ve onların altında yatan ilâhî hikmeti
kavrayamamaktadırlar. Onlar günlük hayatta zalimlerin zenginliğini ve masum
insanların zayıflığını, isyankarların refah içinde, itaatkârların ise
zorluklar içinde olduklarını, günahkârların zevk içinde, dindarların ise acı
içinde olduklarını gördüklerinde şaşkınlığa düşmekte ve onların ardında
yatan hikmeti anlayamadıkları için yanlış anlamanın kurbanı olmaktadırlar.
Kafirler ve zalimler bundan bu dünyanın hiç bir ahlâki kurala bağlı olarak
işlemediği, bu dünyanın hiç bir hakimi olmadığı ve eğer varsa bile bu
hakimin adaletsiz ve akılsız olduğu sonucunu çıkarmaktadırlar; o halde insan
dilediği her şeyi yapabilir. Çünkü hesap verilecek kimse yoktur. Diğer
taraftan müminler bunları gördüklerinde o denli sıkılıp cesaretleri
kırılmaktadır ki, imanları zor bir imtihana tabi tutulmaktadır. Bu mucizenin
ardında yatan hikmeti açığa çıkarmak için Allah gerçeğin üzerinden perdeyi
aralamış, böylece Musa gece gündüz meydana gelen olayların ardındaki hikmeti
gerçeği görenlerden ne denli değişik olduğunu görebilmiştir.
Şimdi şöyle bir soruyu ele alalım: Bu olay nerede ve ne
zaman meydana geldi? Kur'an bu konuda hiç bir şey söylemez. Bu konuda
Avfi'nin rivayet ettiği İbn Abbas'dan nakledilen bir söz vardır: "Bu olay,
Firavun'un helâk edilişinden ve Musa (a.s) kavmini Mısır'a yerleştirdikten
sonra meydana gelmiştir." Fakat bu, İbn Abbas'dan rivayet edilen ve Buhari
gibi diğer güvenilir hadis kitaplarında zikredilen başka hadislerle
desteklenmemiştir. Musa (a.s)'ın kavmini Firavun'un helâkından sonra Mısır'a
yerleştirdiğini ispatlayan başka bir kaynak da yoktur. Bunun tam aksine
Kur'an Musa'nın Mısır'dan çıkışından sonra tüm zamanını çölde (Sina ve Tih)
geçirdiğini söyler. Bu nedenle Avfi'nin hadisi kabul edilemez. Fakat eğer
olayın ayrıntılarını göz önünde bulundurursak iki şey açığa çıkmaktadır: 1)
Bunlar, Musa'ya (a.s) peygamberliğin ilk yıllarında gösterilmiş olmalıdır,
çünkü bu tür şeyler, peygamberliğin ilk döneminde eğitim ve öğretim için
gereklidir. 2) Bu hikaye Mekke'li müminleri rahatlatmak ve teskin etmek için
anlatıldığından dolayı, bu mucizelerin Musa'ya (a.s) İsrailoğulları'nın, bu
surenin indirildiği dönemde Mekke'li müşriklerin müminlere yaptığı
işkencelerin aynısı ile karşılaştığı bir dönemde gösterildiği sonucuna da
varılabilir. Bu iki noktaya dayanarak (Gerçeği yalnız Allah bilir) bu olayın
Firavun'un İsrailoğulları'na yaptırdığı işkencenin en şiddetli olduğu
dönemde meydana geldiğini söyleyebiliriz. Aynen Kureyş liderleri gibi
Firavun ve çevresindekiler de azabın gecikmesini, kendi üzerlerinde
kendilerini hesaba verecek hiç bir güç olmadığının ispatı sanarak
aldanmışlardı. Ve işkence çeken Mekkeli müslümanlar gibi Mısır'lı
müslümanlar da şöyle feryat ediyorlardı: "Rabbimiz! Bu zalimlerin hakimiyeti
ve bizim zavallılığımız daha ne kadar sürecek?" O denli ki Hz. Musa şöyle
dua etti: "Rabbimiz! Şüphesiz sen Firavun'a ve önde gelen çevresine dünya
hayatında bir ihtişam ve mallar verdin. Rabbimiz, senin yolundan
saptırmaları için mi?" (Yunus: 88).
Eğer bizim tahminimiz doğru ise, o zaman bu olayın
Musa'nın (a.s) Sudan'a yolculuğu sırasında meydana geldiği ve iki denizin
birleştiği yer ile Mavi Nil ile Beyaz Nil'in birleştiği bu günkü Hartum
şehrinin kastedildiği sonucuna varabiliriz.
Kitab-ı Mukaddes bu konuyla ilgili hiçbir şey söylemez,
fakat Talmud bu olaya değinir, ama olayın kahramanı Musa (a.s) değil,
Levi'nin oğlu Rabbi Jochanane'dır. Yine Talmud'a göre diğer kişi canlı
olarak semaya yükseltilen ve orada dünyanın yönetimi için meleklerle
birleştirilen Elijah'dır. (The Talmud Selections H.Polano, S. 313-16)
Çıkıştan önce meydana gelen olaylar gibi bu olayın da
doğru olarak aktarılmış olması, fakat yüzyıllar geçtikçe bunda değişiklik ve
tahrifler yapılmış olması mümkündür. Fakat ne yazık ki bazı müslümanlar da
Talmud'dan etkilenmiş ve Musa kıssasının Musa ile ilgili değil aynı anda
başka bir şahısla ilgili olduğuna inanmışlardır. Bu müminler Talmud'un
isnadının zayıf olduğunu unutmaktadırlar; hem Kur'an'ın "Musa" adında
belirsiz bir kimsenin başından geçen bir olaya değindiğini kabul etmemize de
hiç bir sebep yoktur. Dahası Ubey ibn Ka'b'dan rivayet edilen bir hadisden
Hz. Peygamber'in (s.a) bu olayı açıklığa kavuşturduğunu ve Musa ile Hz.
Musa'nın (a.s) kastedildiğini öğrenmekteyiz. Bir müslümanın Talmud'un bir
görüşünü kabul etmesine bir sebep de göremiyoruz.
Oryantalistler, genelde olduğu gibi, tarihin
"kaynaklarına" bir "araştırma" yapmışlar ve şunlara işaret etmişlerdir: "Kur'an'da
anlatılan hikaye şu üç kaynağa dayandırılabilir: 1) Gılgamış Destanı 2)
Süryani iskendernâme 3) Elijah ile Levi'nin oğlu Rabbi Joshua ile ilgili
Yahudi efsanesi (İslâm Ansiklopedisi (yeni baskı) ve Shorter Encyclopaedia
of İslâm- Hızır başlığı.) Bu kötü niyetli "bilginler" her şeyden önce
"bilimsel araştırmaları"nı Kur'an'ın Allah tarafından vahyolunan bir kitap
olmadığını ispatlamak için kullanırlar. Böylece onlar, Hz. Muhammed'in (s.a)
vahiy olarak iddia ettiği şeylerin böyle "kaynaklar"dan elde edildiğini
ispat etmiş olacaklardır. Bu konuda bu utanmaz insanlar öyle akıllıca ve
hileli bir şekilde "deliller" ve "iktibaslar" kullanmaktadırlar ki, insan
onların "araştırmaları"nın doğruluğuna inanmaya başlamaktadır. Eğer bunların
yaptıkları şey "araştırma" ise o zaman insanın böyle bir "araştırma ve
bilgi"yi lanetlemeye hakkı vardır.
Biz onlardan "araştırma"larını daha da açıklamaları için
aşağıdaki soruları cevaplamalarını istiyoruz.
1) Kur'an'ın belirli bir iddiasını birkaç eski kitaba
dayandırdığı konusunda hangi deliliniz var? Böyle bir iddiayı, Kur'an'da
anlatılan bazı olayların bu kitaplardakine benzemesine dayandırdığı için
"araştırma" olarak kabul edemeyiz.
2) Kur'an'ın indirildiği dönemde Mekke'de Peygamber'in
(s.a) Kur'an için materyal topladığı bir kütüphane olduğu konusunda bir
bilgiye mi sahipsiniz? Bu soru yerinde bir sorudur, çünkü Kur'an'daki kıssa
ve fikirlerin kaynağı olarak kabul ettiğiniz çeşitli dillerdeki birçok kitap
toplandığında, yeteri kadar büyük bir kütüphane meydana gelir. Hz.
Muhammed'in (s.a) bu kitapları çeşitli dillerden Arapça'ya tercüme eden
mütercimler tuttuğu konusunda, elinizde bir delil mi var? Eğer böyle değilse
ve sizin iddianız sadece Peygamber'in (s.a) Arabistan dışına yaptığı birkaç
yolculuğa dayanıyorsa, şöyle bir soru sorulabilir: Peygamber'in (s.a)
Peygamberliğinden önce böyle kaç kitap kopya edebilmiş veya kaç kitap
ezberleyebilmiştir? Nasıl oluyor da Peygamberliğin gelişinden bir gün önce
bile onun konuşmalarında, (daha sonra Kur'an'da nazil olan) bu topladığı
bilgilerin etkisi görülmemiştir?
3) Nasıl olmuş da Peygamber'in (s.a) çağdaşı Mekke'li
Yahudi ve Hıristiyan kafirler, sizin gibi böyle bir delil peşinde oldukları
halde Peygamber'e (s.a) böyle bir suçlamayla karşı çıkmamışlardır? O dönem
müşriklerinin böyle bir fırsatı değerlendirmek için yeterli nedenleri vardı,
çünkü onlara Kur'an'ın vahyolunmuş bir kitap olduğu ve ilâhî bilgiden başka
kaynağı olmadığı iddiasının tersini ispatlayacak bir delil bulmaları ve eğer
Kur'an'ın insan sözü olduğu doğru ise onun bir benzerini meydana getirmeleri
teklifi yapılmıştı. Bu teklif o dönem İslâm düşmanlarının iddialarını boşa
çıkarmış ve Kur'an'ın dayandığı başka bir kaynak olduğunu ispatlayacak en
ufak mantıki bir fikir bile öne sürmemişlerdir. Bu gerçeklerin ışığında
şöyle bir soru yöneltilebilir: "Peygamber'in (s.a) çağdaşları bu
araştırmalarında nasıl başarısız oldular da bin yıllık bir zaman geçtikten
sonra bugün İslâm düşmanları bu girişimlerinde başarı kazandılar?"
4) En son ve en önemli soru ise şudur: Bu İslâm
düşmanlarının Kur'an'ın Allah'tan gelen bir vahiy olma ihtimalini bir tarafa
bırakıp bütün çabalarnı onun vahiy olmadığını ispatlama girişimlerinde
yoğunlaştırmalarının nedeninin sadece bağnazlık ve garaz olduğunu
göstermiyor mu? Kur'an'da anlatılan kıssaların daha önce yazılmış
kitaplardakilere benzemesi gerçeği aynı şekilde Kur'an'ın vahyedilmiş olduğu
ve geçen zaman boyunca onlarda meydana gelen tahrifleri düzeltmek için bu
kıssalara değinildiği şeklindeki görüşün ışığında da ele alınabilir. Onların
araştırmaları, neden Kur'an'daki hikayelerin gerçek kaynağının bu kitaplar
olduğunu ispatlamak üzerinde yoğunlaşıyor da, diğer ihtimali, Kur'an'ın
vahyedilmiş bir kitap olduğu gerçeğini hiç dikkate almıyor?
Bu soruları düşünen her tarafsız kişi, oryantalistlerin
"bilgi" adına sundukları "araştırmanın" dikkate alınmaya değer olmadığı
sonucuna varacaktır.
61 Böylece ikisi, iki (deniz)in birleştiği yere ulaşınca
balıklarını unutuverdiler; (balık da) denizde bir akıntıya doğru (veya bir
menfez bulup) kendi yolunu tuttu.
62 (Varmaları gereken yere gelip) Geçtiklerinde (Musa)
genç-yardımcısına dedi ki: "Yemeğimizi getir bize, andolsun, bu
yaptığımız-yolculuktan gerçekten yorulduk."
63 (Genç-yardımcısı) Dedi ki: "Gördün mü, kayaya
sığındığımızda, ben balığı unutmuş oldum. Onu hatırlamamı Şeytan'dan başkası
bana unutturmadı; o da şaşılacak tarzda denizde kendi yolunu tuttu."
64 (Musa) Dedi ki: "Bizim de aradığımız buydu."58
Böylelikle ikisi izleri üzerinde geriye doğru gittiler.
AÇIKLAMA
58. Yani, "bizim varacağımız yerin alameti, işareti işte
bu idi," Bu, Hz. Musa'nın bu yolculuğu Allah'ın emri ile O'nun kulu ile
buluşmak üzere yaptığını göstermektedir. Ona balığın yok olduğu yerde o kul
ile buluşacağı söylenmişti.
65 Derken, katımızdan kendisine bir rahmet verdiğimiz ve
tarafımızdan kendisine bir ilim öğrettiğimiz kullarımızdan bir kulu
buldular.59
66 Musa ona dedi ki: "Doğru yol (rüşd) olarak sana
öğretilenden bana öğretmen için sana tabi olabilir miyim?"
67 Dedi ki: "Gerçekten sen, benimle birlikte olma sabrını
göstermeye güç yetiremezsin."
68 (Böyleyken) "Özünü kavramaya kuşatıcı olamadığın şeye
nasıl sabredebilirsin?"
69 (Musa:) "İnşaallah, beni sabreden (biri olarak)
bulacaksın. Hiç bir işte sana karşı gelmeyeceğim" dedi.
70 Dedi ki: "Eğer bana uyacak olursan, hiç bir şey
hakkında bana soru sorma, ben sana öğütle-anlatıp söz edinceye kadar."
71 Böylece ikisi yola koyuldu. Nitekim bir gemiye
binince, o bunu (gemiyi) deliverdi. (Musa) Dedi ki: "İçindekilerini batırmak
için mi onu deldin? Andolsun, sen şaşırtıcı bir iş yaptın."
72 Dedi ki: "Gerçekten benimle birlikte olma sabrını
göstermeye kesinlikle güç yetiremeyeceğini ben sana söylemedim mi?"
73 (Musa:) "Beni, unuttuğumdan dolayı sorgulama ve bu
işimden dolayı bana zorluk çıkarma" dedi.
74 Böylece ikisi (yine) yola koyuldular. Nitekim bir
çocukla karşılaştılar, o hemen tutup onu öldürüverdi. (Musa) Dedi ki: "Bir
cana karşılık olmaksızın, tertemiz bir canı mı öldürdün? Andolsun, sen kötü
bir iş yaptın."
75 Dedi ki: "Gerçekten benimle birlikte olma sabrını
göstermeye kesinlikle güç yetiremeyeceğini ben sana söylemedim mi?"
76 (Musa:) "Bundan sonra sana bir şey soracak olursam,
artık benimle arkadaşlık etme. Benden yana bir özre ulaşmış olursun" dedi.
77 (Yine) Böylece ikisi yola koyuldu. Nihayet bir
kasabaya gelip onlardan yemek istediler, fakat (kasaba halkı) onları
konuklamaktan kaçındı. Onda (kasabada) yıkılmaya yüz tutmuş bir duvar
buldular, hemen onu inşa etti. (Musa) Dedi ki: "Eğer isteseydin gerçekten
buna karşılık bir ücret alabilirdin."
AÇIKLAMA
59. Bütün güvenilir hadis kitaplarında bu kulun ismi
"Hızır" olarak bildirilmiştir. Bazılarının İsrailliyatın etkisiyle söylediği
gibi onun isminin Elijah (İlyas) olduğunu düşünmemize hiç bir neden yoktur.
Bu İsrailliyattan etkilenen kimselerin iddiaları sadece Peygamber'in (s.a)
sözüne aykırı olduğu için değildir. Aynı zamanda İlyas Peygamber'in (a.s) Hz.
Musa'dan (a.s) yüzlerce yıl sonra doğduğu gerçeğini gözönünde
bulundurmadıkları için de yanlıştır.
Kur'an Hz. Musa'nın (a.s) yanındaki gencin kim olduğunu
bildirmez; fakat bazı hadislere göre bu genç, Hz. Musa'dan sonra
İsrailoğulları'nın başına geçen Nun'un oğlu Yeşu'a dır.
78 Dedi ki: "İşte bu, benimle senin aranda ayrılma
(zamanı)mız. Sana, üzerinde sabır göstermeye güç yetiremeyeceğin bir yorumu
haber vereceğim."
79 "Gemi, denizde çalışan yoksullarındı, onu kusurlu
yapmak istedim, (çünkü) ilerilerinde, her gemiyi zorbalıkla ele geçiren bir
kral vardı."
80 Çocuğa gelince, onun anne ve babası mü'min kimselerdi.
Bundan dolayı, onun kendilerine azgınlık ve küfür zorunu kullanmasından
endişe edip-korktuk."
81 Böylece, onlara Rablerinin ondan temiz olmak
bakımından daha hayırlısı, merhamet bakımından da daha yakın olanını
vermesini diledik."
82 "Duvar ise, şehirde iki öksüz çocuğundu, altında
onlara ait bir define vardı; babaları salih biriydi. Rabbin diledi ki, onlar
erginlik çağına erişsinler ve kendi definelerini çıkarsınlar; (bu,)
Rabbinden bir rahmettir. Bunları ben, kendi işim (özel görüşüm) olarak
yapmadım. İşte, senin onlara karşı sabır göstermeye güç yetiremediğin
şeylerin yorumu."60
83 Sana (Ey Muhammed,) Zu'l Karneyn61 hakkında sorarlar.
De ki: "Size, ondan da, 'öğüt ve hatırlatma olarak' (bazı bilgiler)
vereceğim.62
AÇIKLAMA
60. Bu kıssa ile ilgili olarak cevaplandırılması gereken
çok zor bir soru ortaya çıkar: Hızır tarafından yapılan işlerin iki tanesi
insanın yaratılışından beri var olan kanunlara apaçık aykırıdır. Hiçbir
kanun bir kimseye başka bir kimsenin malını tahrip etme ve suçsuz bir insanı
öldürme izni ve yetkisi vermez. O denli ki bir kimse ilham yoluyla bazı
korsanların belli bir gemiyi basacaklarını ve belli bir çocuğun isyankar ve
kafir olacağını bilse o zaman bile Allah tarafından gönderilen hiçbir kanun
insana ilhamı nedeniyle gemide bir delik açma ve masum bir çocuğu öldürme
izni vermez. Buna cevap olarak birisi Hızır'ın bu iki işi Allah'ın emri ile
yaptığını söyleyecek olsa, bu bizim sorunumuzu çözmez. Çünkü soru: "Hızır bu
işleri kimin emri ile yaptı?" değil, "Bu emirlerin özelliği ne idi"
sorusudur. Bu önemlidir, çünkü Hızır bunları "ilahi emir" doğrultusunda
yapmıştır. Hızır'ın kendisi de bu işleri kendi yetkisi ile yapmadığını,
bilakis Allah'ın rahmetiyle hareket ettiğini söylemektedir. Allah da bunu şu
sözlerle tasdik etmektedir: "Biz ona katımızdan bir ilim öğrettik." Bu
nedenle bu işlerin Allah'ın emri ile yapıldığından hiç şüphe yoktur. Fakat
emrin niteliği ve özelliği ile ilgili soru hâlâ ortada durmaktadır. Çünkü bu
emirler, hiçbir ilahi kanun tarafından izin verilmediği için meşru değildir.
Ve Kur'an da suçlu olduğuna bir delil olmaksızın bir kimsenin başka birisini
öldürmesine izin vermez. Bu nedenle bu emirlerin de bir kimsenin zengin,
diğerinin fakir ve bir kimsenin hasta, diğerinin de hasta iken iyileşmesine
neden olan Allah'ın emirleri ile aynı grupta olduğunu kabul etmek
zorundayız. Eğer Hızır'a verilen emirler bu tür emirler idiyse, Hızır'ın
insanlar için konulan ilahi kanunlarla sınırlı olmayan bir melek (veya
Allah'ın yaratıklarından başka biri) olduğu sonucuna varılabilir.
Çünkü şer'î yönü olmayan bu tür emirler ancak meleklere
verilebilir. Bunun nedeni haram ve helâl sorununun onlar için söz konusu
olmamasıdır; onlar hiçbir kişisel güce sahip olmaksızın Allah'ın emirlerine
itaat ederler. Onların aksine bir insan, işlediği amel ilahi kanuna aykırı
ise, bunu ilham sonucu veya içgüdülerle istemeyerek işlemiş de olsa günah
işlemiş olur. Çünkü insan, insan olması münasebetiyle ilahi kanuna uymak
zorundadır. Ve ilahi kanunda, bir kimsenin ilham yoluyla bir emir aldığı
veya kendisine gizlice yasak bir işin hikmeti bildirildiği için yaptığı işin
helâl sayılabileceği bir boşluk yoktur.
Yukarıda değindiğimiz ilke fıkıh alimleri ve sufi
liderler tarafından tartışmasız kabul edilmiştir. Allame Alûsî bu konuda
Abdü'l Vehhab Şi'rânî, Muhiddin ibn A'rabi, Müceddid Elfi Sani, Şeyh
Abdülkadir Geylani, Cüneyd Bağdadi, Sırrı Sekati, Ebu'l Huseyn en-Nuri, Ebu
Said el-Harrâz, Ahmed üd-Dineveri ve İmam Gazzali'nin birçok sözünü
ayrıntısıyla nakletmiştir. Onlara göre, bir sufi için bile kendine gelen bir
ilhama uyarak kanunun ilkelerine ters düşen birşey yapmak doğru değildir. (Ruhu'l
Meani cild: XVI, s 16-18). İşte bu nedenle biz Hızır'ın bir melek veya
insanı sınırlayan kanunlardan azade başka bir yaratık olması gerektiği
sonucuna vardık. Çünkü o, yukarıda anılan formülün tek istisnası olamaz, bu
yüzden kaçınılmaz olarak onun, insanlar için önceden belirlenen ilahi kanuna
göre değil, Allah'ın dileği doğrultusunda hareket eden Allah'ın kullarından
biri olduğu sonucuna varıyoruz.
Eğer Kur'an Hz. Musa'nın (a.s) eğitilmek üzere
gönderildiği "kul"un bir insan olduğunu söylemiş olsaydı, o zaman Hızır'ın
insan olduğunu kabul edecektik. Fakat Kur'an açıkça onun bir insan olduğunu
söylemez, aksine "kullarımızdan biri" olduğunu söyler, bu da onun insan
olduğunu göstermez. Kur'an'da bu kelime (kul) çeşitli yerlerde melekler için
kullanılmıştır. Bkz. Enbiya: 26, Zuhruf: 19. Bunun yanısıra Hz. Hızır'ın
insan olduğuna işaret eden hiçbir hadis yoktur. Hz. Peygamber'den (s.a) Said
ibn Cübeyr, İbn Abbas ve İbn Ka'b kanalıyla rivayet edilen sahih bir hadisde
"Racul" kelimesi, genelde insanlar için kullanılmasına rağmen, Hızır (a.s)
için kullanılmıştır ve sadece insanlar için kullanılmayacağı açığa
çıkmıştır. Kur'an'da bu kelimeyi Cin Suresi altıncı ayette cinler için
kullanmıştır. Şu da bir gerçektir ki bir melek, bir cin veya görünmeyen bir
varlık insanların yanına geldiğinde, insan şeklinde görünür. Ve bu şekil
içinde aynen Meryem'e gelen insan kılığındaki melek gibi beşer adını alır.
(Meryem 17) O halde yukarıda zikredilen hadiste Peygamber (s.a) tarafından
Hızır için kullanılan "Racul" kelimesi, onun mutlaka insan olduğu anlamına
gelmez.
Bu nedenle yukarıdaki tartışmanın ışığında, Hızır'ın, bir
melek olduğu veya insanlar için belirlenen sınırlarla bağımlı olmayan başka
bir yaratık olduğu sonucuna varabiliriz. İbn Kesir'in tefsirinde Maverdi'den
rivayet edildiğine göre, bazı eski müfessirler ve Kur'an alimleri de bu
görüştedirler.
61. Ayetin başındaki (ve) bağlacı, bu kıssayı Hızır
kıssasına bağlamaktadır. O halde bu, daha önce anlatılan "Mağarada
Uyuyanlar" ve "Musa ile Hızır" kıssalarının da Mekke'li müşriklerin Ehl-i
Kitab'a danıştıktan sonra Hz. Muhammed'in (s.a) Peygamberliğini sınamak için
sordukları sorulara bir cevap olarak anlatıldıklarını ispatlamaktadır.
62. Zül'l-Karneyn'in kim olduğunu belirlemek, ilk
dönemlerden beri tartışmalı bir konu olagelmiştir. Müfessirlerin çoğu onun
Büyük İskender olduğu görüşündedirler, fakat Kur'an'da anlatıldığı şekliyle
Zü'l-Karneyn'in özellikleri ona uymamaktadır. Şimdi ise müfessirler onun
eski İran İmparatoru Kisra Haris (Hüsrev veya Sayrıs) olduğuna inanma
eğilimindedirler. Biz de onun büyük bir ihtimalle Kisra olduğu görüşünü
kabul ediyoruz, fakat bu güne kadar gün ışığına çıkan tarihi gerçekler böyle
bir iddiayı desteklemekten uzaktır.
Şimdi de Zü'l-Karneyn'in Kur'an'da anlatıldığı şekliyle
özelliklerine bir göz atalım: 1) Zü'l-Karneyn (iki boynuzlu) adı Yahudiler
tarafından çok iyi biliniyor olmalı, çünkü onların teklifi üzerine Mekke'li
müşrikler bu soruyu Peygamber'e (s.a) yönelttiler. Bu nedenle "İki Boynuzlu"
diye bilinen şahsın kim olduğunu veya "İki Boynuzlu" diye bilinen krallığın
hangi krallık olduğunu öğrenmek için Yahudi edebiyatından yararlanmalıyız.
2) Zü'l-Karneyn fetihleri doğudan batıya, daha sonra da üçüncü bir yöne ya
kuzeye ya da güneye yayılmış büyük bir kral ve büyük bir fatih olmalı.
Kur'an'ın indirilmesinden önce böyle büyük fatih olan bir kaç kral vardı. Bu
nedenle araştırmamız Zü'l-Karneyn'in diğer özelliklerini bu krallardan
birinde bulmak yönünde olmalıdır. 3) Bu isim ancak krallığını Ye'cuc ve
Me'cuc'un saldırısından korumak için iki dağın arasına sağlam bir duvar
yapan bir krala verilmiştir. Bunu açığa çıkarabilmek için Ye'cuc ve
Me'cuc'un kim olduklarını öğrenmeliyiz. Aynı zamanda böyle bir duvarın ne
zaman inşa edildiğini ve hangi ülkenin sınırları içinde olduğunu da tespit
etmeliyiz. 4) Yukarıdaki özelliklerin yanısıra Zü'l-Karneyn Allah'a ibadet
eden bir kral ve adil bir yönetici olmalı. Çünkü Kur'an herşeyden önce bu
özellikleri vurgulamaktadır.
Bu özelliklerin ilki Kisra'ya uymaktadır, çünkü Kitab-ı
Mukaddes'e göre Daniel Peygamber, rüyasında Medva ve Fas krallıklarını
Yunanlıların yükselişinden önce iki boynuzlu bir koç şeklinde görmüştür. (Daniel
8: 3, 20). Yahudiler "İki Boynuzlu" şahsa çok saygı duyarlar çünkü onun
saldırısıyla Babil Krallığı çökmüş ve İsrailoğulları özgürlüklerine
kavuşmuştur. (Bkz. İsra an: 8)
İkinci özellik de tamamen olmasa da kısmen Kisra'ya
uymaktadır. Onun fetihleri batıda Anadolu ve Suriye'ye, doğuda Belh'e kadar
uzanmıştır, fakat onun kuzeye ve güneye bir sefer düzenlediğini gösteren
hiçbir delil yoktur. Oysa Kur'an onun bu üçüncü seferinden açıkça bahseder.
Bununla birlikte üçüncü sefer tamamen konu dışı değildir, çünkü tarih
Kisra'nın krallığının kuzeyde Kafkasya'ya kadar genişlediğini söyler. Ye'cuc
ve Me'cuc'e gelince, onların eski zamanlardan beri yerleşik imparatorluk ve
devletlere saldırılar düzenleyen ve çeşitli adlarla bilinen- Tatarlar,
Moğollar, Hunlar ve İskitler- Orta Asya kabileleri olduğu söylenir.
Kafkasya'nın güney bölgelerinde sağlam siper ve duvarların yapıldığı da
bilinmektedir. Fakat bunların Kisra tarafından yaptırıldığı tarihi olarak
tespit edilmiş değildir.
Son özelliğe gelince, Kisra eski krallar arasında bu
özelliğe sahip olabilecek tek insandır. Çünkü düşmanları bile onun adaletini
övmekten, kendilerini alamazlardı. Kitab-ı Mukaddes'in kitaplarından biri
olan Ezra onun İsrailoğullarını Allah'a ibadet ettiği için serbest bırakan
ve ortağı olmayan Allah'a ibadet edilmesi için Süleyman tapınağının tekrar
inşa edilmesini emreden Allah'tan korkan ve Allah'a ibadet eden bir kral
olduğunu söyler.
Yukarıda belirtilen noktaların ışığında, Kur'an'ın nazil
oluşundan önce yaşayan krallar içinde sadece Kisra'nın Zü'l-Karneyn'in
özelliklerine uyduğunu söyleyebiliriz. Fakat Kisra'nın Zü'l-Karneyn olduğunu
kesin bir şekilde iddia edebilmemiz için daha fazla delile ihtiyacımız var.
Yine de Kur'an'da anlatılan özelliklere Kisra'dan daha fazla uyan hiçbir
kral ve fatih yoktur.
Tarihi olarak Kisra'nın M.Ö. 549'da tahta geçen bir Pers
Kralı olduğunu söylememiz yeter. Tahta geçtikten birkaç yıl sonra Medyen ve
Lidya krallıklarını ele geçirdi ve M.Ö. 539'da Babil'i fethetti. Bundan
sonra ona karşı çıkacak hiçbir güçlü krallık kalmamıştı. Kisra'nın fetihleri
bir tarafta Sind ve Türkistan'a, bir tarafta Mısır ve Libya'ya, diğer
tarafta Trakya ve Makedonya'ya ve kuzeyde Kafkasya ve Harzem'e kadar
uzanmıştı. Yani bütün medeni ülkeler onun yönetimi altındaydı.
HARİTA - VIII -
Zü'l-Karneyn'in hikayesine ilişkin harita
84 Gerçekten, biz ona yeryüzünde sapasağlam bir iktidar
verdik ve ona her şeyden bir yol (sebep) verdik.
85 O da, bir yol tutmuş oldu.
86 Sonunda güneşin battığı yere kadar63 ulaştı ve onu
kara çamurlu bir gözede batmakta buldu,64 yanında da bir kavim gördü. Dedik
ki: "Ey Zu'l-Karneyn, (istiyorsan onları) ya azaba uğratırsın veya içlerinde
güzelliği (geçerli ilke) edinirsin."65
87 Dedi ki: "Kim zulme saparsa biz onu azablandıracağız,
sonra da Rabbine döndürülür, O da onu görülmemiş bir azabla azablandırıverir."
88 Kim de iman eder ve salih amellerde bulunursa, onun
için güzel bir karşılık vardır. Ona buyruğumuzdan da kolay olanını
söyleyeceğiz."
89 Sonra (yine) bir yol tutmuş oldu.
90 Sonunda güneşin doğduğu yere kadar ulaştı ve onu
(güneşi), kendileri için ona karşı bir siper kılmadığımız bir kavim üzerine
doğmakta iken buldu.66
91 İşte böyle, onun yanında "özü kapsayan bilgi olduğunu"
(veya yanında olup-biten her şeyi) Biz (ilmimizle) büsbütün kuşatmıştık.
92-93 Sonra (yine) bir yol tuttu. Nihayet iki dağ 67
arasına ulaştığı zaman orada hiç söz anlamayan bir kavim buldu. 68
AÇIKLAMA
63. "Güneşin battığı sınır", güneşin battığı "yer"
anlamına gelmez. İbn Kesir'e göre bu Zü'l-Karneyn'in arka arkaya ülkeler
fethederek batıya yürüdüğü en sonunda karanın bitip okyanusun başladığı yere
ulaştığı anlamına gelir.
64. "Güneşi kara bir balçıkta (denizin kara sularında)
batar buldu." Eğer Zü'l-Karneyn Kisra idiyse burası Anadolu'nun batı
sınırıdır ve "kara balçık (kara su) ise Ege Denizidir. Bu tefsir Kur'an'ın "Bahr"
(deniz) yerine "Ayn" (su kaynağı, pınar) kullanması ile desteklenmektedir.
65. "Dedik ki" ifadesi, Allah'ın direkt olarak bu sözleri
vahyettiği ve Zü'l-Karneyn'in bir Peygamber veya Allah'dan ilham alan bir
kimse olduğu anlamına gelmez. Bu Zü'l-Karneyn'in bir ülkeyi fatih olarak ele
geçirdiği ve ele geçirilen ülkelerin halklarının tamamen onun merhametine
kaldığı bir dönemle ilgilidir. İşte o zaman Allah onun vicdanına şöyle bir
soru yöneltmiştir: "İşte şimdi senin sınanma zamanın. Bu insanlar tamamen
senin merhametine kalmış, ister onlara adaletsizce davranırsın, ister iyi ve
cömertce davranırsın."'
66. Yani Zü'l-Karneyn doğuya doğru arka arkaya ülkeler
fethederek ilerlerken medeni hayatın sona erdiği ve daha ötede ne çadır ne
de bina gibi hiç bir barınakları olmayan barbar insanların yaşadığı bir
ülkeye ulaştı!
67. "İki dağ" Hazar Denizi ile Kara Deniz arasında uzanan
dağ sıralarının bir bölümü olmalıdır. (Ayet 96.) Bu dağların ötesinde Ye'cuc
ve Me'cuc bölgesi vardı.
68. Yani, "Onlarla iletişim kurmak çok zordu. Onların
dili Zü'l-Karneyn ve arkadaşlarına yabancı idi. Onlar da barbar oldukları
için ne Zü'l-Karneyn'in dilini anlayabiliyorlar ne de başka bir yabancı dil
biliyorlardı."
94 Dediler ki: "Ey Zu'l-Karneyn, gerçekten Ye'cuc ve
Me'cuc,69 yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaktalar, bizimle onlar arasında bir
sed inşa etmen için sana vergi verelim mi?"
95 Dedi ki: "Rabbimin beni kendisinde sağlam bir
iktidarla yerleşik kıldığı (güç, nimet ve imkân), daha hayırlıdır. Madem
öyle, siz bana (insani) güçle yardım edin de, sizinle onlar arasında
sapasağlam bir engel kılayım."70
96 "Bana demir kütleleri getirin," iki dağın arası eşit
düzeye gelince, "Körükleyin" dedi. Onu ateş haline getirinceye kadar (bu işi
yaptı, sonra:) dedi ki: "Bana getirin, üzerine eritilmiş bakır dökeyim."
97 Böylelikle, ne onu aşabildiler, ne de onu delmeye güç
yetirebildiler.
98 Dedi ki: "Bu benim Rabbimden bir rahmettir. Rabbimin
va'di geldiği zaman, O, bunu dümdüz71 eder; Rabbimin va'di haktır."72
AÇIKLAMA
69. Daha önce açıklama notu 62'de de değindiğimiz gibi,
Ye'cuc ve Me'cuc eskiden beri Asya ve Avrupa'daki yerleşik imparatorluklara
saldırılar düzenleyen kuzey doğu Asya'nın vahşi kabileleriydi. Tekvin'e göre
(10. bölüm) bunlar Nuh'un oğlu Yafes'in soyundan gelmektedirler, müslüman
tarihçiler de bu görüşü kabul etmişlerdir. Hezekiel'e göre (38. ve 39.
bölümler) onlar Meşek (Moskova) ve Tubal (Tubalsek)'i ele geçirmişlerdi.
İsrailli tarihçi Josephus'a göre, Ye'cuc ve Me'cuc, İskitlerdi ve ülkeleri
Kara Deniz'in kuzey ve doğusuna dek yayılmıştı. Jerome'ye göre Me'cuc ülkesi
Hazar Denizi'nin yakınında Kafkasya'nın kuzeyindeki toprakları kapsıyordu.
70. Yani "Bir yönetici olarak düşmanlarımızın
saldırılarından sizi korumak benim görevimdir. Bu nedenle sizden bu amaçla
fazla bir vergi almam doğru olmaz. Allah'ın bana verdiği hazineler buna
yeter. Fakat siz bana iş gücü olarak yardım etmelisiniz."
71. Yani, "Gerçi ben elimden geldiğince sağlam bir demir
duvar yaptım, ama bu sonsuza dek sürecek değildir. Çünkü bu duvar ancak
Allah'ın dilediği kadar sağlam kalacaktır ve Rabbimin va'di geldiğinde
paramparça olacaktır. O zaman dünyadaki hiçbir güç onu koruyup, muhafaza
edemeyecektir.
Allah'ın va'di ile iki şey kastedilmiştir: 1) Bu duvarın
yıkılacağı an anlamına gelebilir, 2) Aynı şekilde Allah tarafından herşeyin
yok edilip, helak edileceği an olan kıyamet saati kastedilmiş de olabilir.
Bazıları burada Zü'l-Karneyn'e isnad edilen duvarın Çin
Seddi olduğu gibi yanlış bir izlenime kapılmışlardır. Oysa bu duvar Dağıstan
ve Kara Denizle Hazar Denizi arasında yer alan Kafkasya'nın iki şehri olan
Derbent ve Daryal arasına inşa edilmiştir. Kara Deniz ve Daryal arasında,
aralarını büyük bir ordunun geçemeyeceği derin vadilerin ayırdığı yüksek
dağlar vardır. Fakat Derbent ile Daryal arasında bu tür dağlar yoktur ve
geçitler geniştir ve geçit veren cinstendir. Eski çağlarda kuzeyden gelen
vahşi ve göçebe kabileler güneydeki toprakları bu geçitlerden yararlanarak
istila ederlerdi. Bu akınlardan tedirgin olan Pers kralları korunmak için
elli mil uzunluğunda 29 fit yüksekliği 10 fit genişliği olan bir duvar
yapmak zorunda kaldılar. Bu duvarın kalıntıları bugün bile görülebilir. Bu
duvarı ilk önce kimin yaptırdığı tarihi olarak tespit edilememiştir, fakat
müslüman tarihçiler ve coğrafyacılar bu duvarı Zü'l-Karneyn'e isnad ederler.
Çünkü bu duvarın kalıntıları Kur'an'da anlatılanlara benzemektedir.
İbn Cerir et-Taberi ve İbn Kesir aşağıdaki olayı
kaydetmişler, Yakût ise Mu'cemü'l-Buldan adlı eserinde bu olaya değinmiştir:
Azerbaycan'ın fethinden sonra Hz. Ömer H. 22 yılında Surâka bin Amr'ı
Derbent'e bir sefer düzenlemekle görevlendirdiğinde Surâka, Abdurrahman bin
Rabia'yı öncü koluna kumandan tayin etti. Abdurrahman Ermenistan'a
girdiğinde, ülkenin yöneticisi Şehrbrâz karşı koymaksızın teslim oldu.
Daha sonra Abdurrahman Derbent'e doğru ilerlemek
istediğinde, Şehrbrâz ona Zü'l-Karneyn tarafından inşa edilen bu duvar
hakkında bütün ayrıntıları bilen bir adamdan bilgi topladığını haber verdi.
Sonra o adam Abdurrahman'ın huzuruna getirildi. (Taberi, cilt. 3 sh.
235-239: el-Bidaye ven-Nihaye, cilt. 7, sh. 122-125; Mu'cemü'l-Buldan da
Babül-Ebvab başlığı altında Derbent.)
İki yüz yıl sonra Abbasi Halifesi Vasık (H. 227-233),
Selâmü'l-Tercüman'ın başkanlığında elli kişilik bir heyeti Zü'l-Karneyn'in
yaptığı duvarı incelemekle görevlendirdi. Bu heyetin gözlemlerine Yakût,
Mu'cemü'l-Buldan'ın da İbni Kesir de Nihaye'sinde geniş yer vermiştir. Onlar
bu yolculuğun Sâmarra'ya oradan Tiflis'e uzandığını, daha sonra es-Serir ve
el-Lân üzerinden Filânşâh'a ulaştığını ve oradan da Hazar ülkesine vardığını
söylerler. Bundan sonra Derbent'e girmişler ve orada duvarı görmüşlerdir.
(el-Bidaye, c. 2, sh. 111, c.7 sh. 122-125; Mu'cemü'l-Buldan: Babul-Ebvab
başlığı) Bu, hicretin 3. yy'na kadar müslüman bilginlerin Kafkas duvarını
Zü'l-Karneyn'in yaptığı duvar olarak kabul ettiklerini göstermektedir.
Yakût, Mucemü'l-Buldan'ında aynı görüşü birkaç yerde
vurgulamıştır. Mesela Hazar başlığı altında şunları yazar:
"Bu ülke Türklere aittir ve sınır Derbent denilen Babül-Ebvab'ın
hemen arkasındaki Zü'l-Karneyn duvarına bitişiktir. "Aynı bağlamda Yakût,
Halife Muktedirbillah'ın büyükelçisi Ahmed bin Fadlân'dan da bir söz rivayet
eder. Ahmed, Hazar ülkesini ayrıntılarıyla tasvir etmiş ve Hazar'ın içinden
Rusya'dan ve Bulgaristan'dan gelip Hazar Denizi'ne dökülen İdil nehri geçen
ve başkenti İdil olan ülkenin adı olduğunu söylemiştir.
Babül-Ebvab'la ilgili olarak Yakût, şehrin hem Elbab, hem
de Derbent olarak anıldığını söylemiş ve bu şehrin sınırları içinde kuzeyden
güneye giden insanların yolculuğunu güçleştiren dar geçitler olduğuna
değinmiştir. Bir zamanlar bu ülke Enûşirvan krallığı içindeydi ve İranlı
yöneticiler o yöndeki sınırlarını kuvvetlendirmeye çok özen gösterirlerdi.
72. Zü'l-Karneyn kıssası burada son buluyor. Gerçi bu
kıssa da "Mağarada Uyuyanlar" ve "Musa ile Hızır" kıssaları gibi, Mekke'li
müşriklerin Peygamber'i (s.a) sınamak için sordukları sorulara bir cevap
olarak anlatılmıştır; ama Kur'an bu kıssayı kendi amaç ve gayesi
doğrultusunda kullanmış ve şöyle demek istemiştir: "Ehl-i Kitap'tan
şöhretini işittiğiniz Zü'l-Karneyn sadece bir fatih değildi, o aynı zamanda
tevhide, öldükten sonra dirilmeye inanan bir mümindi; adalet ve cömertlik
ilkeleriyle hareket ediyordu. O, sizin gibi geçici mallara aldanan ve
kendini üstün gören cimri bir insan değildi."
99 Biz o gün,73 bir kısmını bir kısmı içinde
dalgalanırcasına bırakıvermişiz. Sur'a da üfürülmüştür, artık onların tümünü
bir arada toparlamışız.
100 Ve o gün, cehennemi, küfre sapanlara tam bir sunuşla
sunmuşuz.
101 Ki onlar, beni zikretme (konusun)da gözleri bir perde
içindeydi, (Kur'an'ı) dinlemeye katlanamazlardı.
102 Küfre sapanlar,74 beni bırakıp kullarımı veliler
edindiklerini mi sandılar?75 Gerçekten biz cehennemi kâfirler için bir durak
olarak hazırlamışız.
AÇIKLAMA
73. "O gün": "Kıyamet Günü", Zü'l-Karneyn'in "Rabbinin
va"di" diye değindiği ahiret hayatı ile ilgili konunun devamı olarak Kur'an
99-101. ayetleri eklemiştir.
74. Bu, tüm surenin sonucudur ve sadece Zü'l-Karneyn
kıssası ile değil aynı zamanda surenin tüm olarak ana fikri ile ilgilidir.
Bu ana fikir surenin başında (1-8. ayetler) bildirilmişti: Peygamber (s.a)
kavmini 1) Şirkten vazgeçip Tevhid'e uymaya, 2) Dünyaya tapmaktan vazgeçip
ahirete inanmaya davet etmişti. Fakat zenginlikleri ve servetleri ile öğünen
kavminin önde gelenleri sadece onun davetini kabul etmemekle kalmadılar,
aynı zamanda onun davetini kabul eden salih insanları da alaya aldılar ve
onlara işkence yaptılar. Bu bölümde aynı konuları ele alır ve müşriklerin
Peygamber'i (s.a) sınamak için sordukları bu üç kıssadan mükemmel bir
şekilde yararlanır.
75. Yani, "Tüm bunları duyduktan sonra hâlâ bu
küstahlıkta ısrar mı ediyorlar ve tutumlarının kendileri için yararlı
olacağını mı sanıyorlar?"
103 De ki: "Davranış (tarzı olan ameller) bakımından en
çok hüsrana uğrayacak olanları size haber vereyim mi?"
104 "Onların, dünya hayatındaki bütün çabaları76 boşa
gitmişken, kendilerini gerçekte güzel iş yapmakta sanıyorlar."
105 İşte onlar, Rablerinin ayetlerini ve O'na kavuşmayı
inkâr edenlerdir. Artık onların yapıp-ettikleri boşa çıkmıştır, kıyamet
gününde onlar için bir tartı tutmayacağız.77
106 İşte, küfre sapmaları, ayetlerimi ve peygamberlerimi
alay konusu edinmelerinden dolayı onların cezası cehennemdir.
107 İman edip salih amellerde bulunanlar;78 Firdevs
cennetleri onlar için bir 'konaklama yeridir.'
108 Onda ebedi olarak kalıcıdırlar, ondan ayrılmak
istemezler.79
109 De ki: "Rabbimin sözleri80(ni yazmak) için deniz
mürekkep olsa ve yardım için bir benzerini (bir o kadarını) dahi getirsek,
Rabbimin sözleri tükenmeden önce, elbette deniz tükeniverirdi."
110 De ki: "Şüphesiz ben, ancak sizin benzeriniz olan bir
beşerim; yalnızca bana sizin ilahınızın tek bir ilah olduğu vahyolunuyor.
Kim Rabbine kavuşmayı umuyorsa, artık salih bir amelde bulunsun ve Rabbine
ibadette hiç kimseyi ortak tutmasın."
AÇIKLAMA
76. Bu ayetin iki anlamı vardır: Birincisi, bizim mealde
ifade ettiğimiz anlamdır; ikincisi ise şöyledir: "... bütün çabalarını dünya
hayatına harcayanlar." Yani onlar her ne yapmışlarsa Allah'ı ve ahireti
düşünmeksizin bu dünya için yapmışlardır; dünya hayatını gerçek hayat olarak
kabul ettikleri için, bu dünyada zengin ve başarılı olmak onların tek amacı
haline gelmiştir. Onlar Allah'ın varlığına şehadet etseler bile, bu
şehadetin ifade ettiği iki anlama dikkat etmemişlerdir: Hayatlarını Allah'ın
rızasını kazanacak bir şekilde geçirmek ve bu dünyada yapılan her şeyin
hesabının verileceği o gün kurtuluşa erenlerden olmak. Onların bunu
kavramamalarının nedeni, kendilerini her tür sorumluluktan uzak ve tamamen
bağımsız olan akılcı hayvanlar olarak kabul etmeleri ve hayvanların çayırda
yaptığı gibi bu dünyadaki tüm zevklerden faydalanmak istemeleridir.
77. "Onların amelleri boşa çıkmıştır." Yani bu amellerin
kıyamet gününde onlara hiçbir faydası olmayacaktır. Onlar bu amelleri büyük
kazançlar olarak değerlendirmiş olabilirler, fakat gerçek şu ki, dünyanın
sonu geldiğinde bu amellerin hiçbir değeri olmayacaktır. Onlar Rablerinin
huzuruna çıkarıldıklarında ve bütün amelleri terazilere konulduğunda, büyük
saraylar inşa etmiş, büyük üniversiteler, kütüphaneler kurmuş, büyük
fabrikalar ve labaratuvarlar yapmış ve demiryolları, karayolları inşa etmiş
olsalar bile, bunların hiçbir ağırlığı olmayacaktır. Kısacası icadları,
endüstrileri, bilimleri, sanatları ve bu dünyada iken övündükleri başka
şeyler Terazi üzerinde tüm ağırlıklarını kaybedeceklerdir. Orada ağırlığa
sahip olacak tek şey, ilahi emirlere uygun olan ve Allah rızası amaçlanarak
işlenen ameller. Bu nedenle şu bir gerçektir ki, bir kişinin tüm çabaları bu
dünya ile sınırlı ise böyle bir kimse yaptığı işlerin karşılığını ahirette
görmeyi ummamalıdır; çünkü tüm bunlar dünyanın sona ermesiyle boşa çıkıp yok
olmuşlardır. Şu da açıktır ki, ancak yaptığı işleri O'nun emirleri
doğrultusunda O'nun rızasını, hoşnutluğunu kazanmak amacıyla yapan ve
yaptıklarının karşılığını ahirette görmeyi uman bir kimsenin amelleri Terazi
(Mizan) üzerinde bir ağırlığa sahip olabilir. Bunun aksi olduğunda böyle bir
kimse bütün amellerinin boşa çıktığını görecektir.
78. İzah için bkz. Müminun an: 10
79. "... onlar oradan hiç ayrılmak istemezler." Çünkü
cennettekinden daha iyi bir ortam ve yer bulamazlar.
80. "Sözler" ile "Allah'ın kudretinin ve hikmetinin
mucizeleri, olağanüstü olayları ve harikuladelikleri" kasdedilmektedir. Bkz.
Lokman an: 48
KEHF SURESİNİN SONU